


Giriş
Doğu Türkistan, benim açımdan İslâm coğrafyasına yönelik uzun soluklu ilgimin doğal bir uzantısı, yıllardır zihnimde ve takibimde yer alan bir bölge oldu. Çin’in uyguladığı sert bilgi ablukası ve bölgeye erişimi zorlaştıran ulaşım engelleri sebebiyle sahaya dayalı doğrudan bilgi edinmenin son derece güç olması, bölgeyi zamanla bir “kapalı kutu”ya dönüştürdü. Bölgen zengin doğalgaz ve petrol rezervlerinin yanı sıra uranyum, altın ve pamuk gibi kritik kaynaklara sahip. Aynı zamanda Çin’in Kuşak-Yol girişiminin kavşak hatlarından birinde yer alması sebebiyle yüksek düzeyde stratejik bir değer taşıyor.
Doğu Türkistan meselesi, bizim ülkemizde "iki uçlu" ve dezenformasyona açık bir zeminde tartışılır:
Propaganda: Bir kesim, Doğu Türkistan’da yaşananlara dair dile getirilen zulüm iddialarını bütünüyle reddedip; bunları “Amerikan propagandası” ya da açık bir “yalan” olarak tanımlayarak bölgede her şeyin serbest olduğunu, Çin’in yalnızca terörle mücadele ettiğini ileri sürüyor.
Manipülasyon: Diğer kesim ise bu iddiaların Çin’e karşı Amerika tarafından bilinçli biçimde abartıldığını, sahadaki gerilimin esasen bazı radikal grupların kışkırtmalarıyla ortaya çıktığını ileri sürüyor.
Hâlihazırda Çin, bölgede yaşananların dışarı sızmasını engellemek amacıyla gazetecilerin ve araştırmacıların Doğu Türkistan’a bağımsız olarak girmesine izin vermiyor. Bölge için bordo pasaportlara da (umuma mahsus) bireysel turistik vize vermiyor veya çok katı şartlara bağlıyor. Gazeteci kimliğiyle yapılan başvurular çoğu zaman doğrudan reddediliyor; nadiren kabul edilen durumlarda da kişiye yalnızca devletin önceden belirlediği “propaganda turlarına” katılma imkânı tanınıyor. Bu nedenle uzaktan yapılan yorumlar ve üçüncü şahısların aktardıkları, bölgedeki "atmosferi" ve "detayları" yakalamakta oldukça yetersiz kalıyor. "Vicdanımın pusulasını" takip edip bu bilgi kirliliğini aşmak için bölgeye bizzat bir seyahat gerçekleştirdim. Dolayısıyla Doğu Türkistan seyahatine çıkışımdaki temel motivasyonum "başkalarının anlattıklarıyla yetinmeyip bizzat gidip görme ve yazma" arzusu oldu. Seyahat ve sonrasında üç temel hedef belirledim:
“Hakikati Aktarmak”, “Geleceğe Kayıt Bırakmak” ve “Kültürel Katkı Sunmak”.
Propaganda Turları
Çin, bölgedeki durumun normal olduğunu göstermek, iddiaları çürütmek için "propaganda gezileri" düzenliyor; bu gezilere bazı gazeteci ve Youtube yayıncılarını önceden ayarlanmış camilere ve pazarlara götürüyor.
Propaganda videolarında camilerin açık olduğu söyleniyor fakat sahaya çıktığınızda, bu mekânların yalnızca kapıları açık tutulan yapılar olduğunu, ibadethane vasfını yitirip birer “müzeye” ya da turistik objeye dönüştürüldüğünü, namaz kılmaya izin verilmediğini ve hatta bazılarının bar ya da otele çevrildiğini bizzat görüyorsunuz.
Bölgeye götürülen, ancak İslâmî hassasiyet taşımayan bazı kişiler, “cami açık mı?” sorusunu yalnızca kapının açık olup olmadığı üzerinden değerlendirerek buna rahatlıkla “evet” cevabı veriyor; ancak “Burada namaz kılabilir miyim?” sorusunu sormadıkları için de meselenin özünü kaçırıyorlar. Yine benzer propaganda videolarında sokaklarda kameralar önünde dans eden Uygur görüntülerini görüyoruz. Bunlar dindar ve muhafazakâr bir toplum olan Uygurların tabii hâlinden ziyade, dışarıya gösterilmek üzere kurgulanmış bir sahne, bir mizansenden ibaret.
Baskı ve Gözetlemenin Boyutları
Sekiz gün süren seyahat boyunca Gulca, Kaşgar, Yarkent, Hoten ve Urumçi gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu (bazı yerlerde %80 oranında) şehirleri ziyaret ettik. Bir İslâm beldesi dediğimiz zaman oraya dair zihnimizde belli imgeler, sokaklar, kıyafet biçimleri canlanır. Bu sekiz günlük zaman zarfında pazarlar, alışveriş merkezleri, restoranlar ve sokak araları dahil olmak üzere hiçbir yerde İslâmî usullere göre örtünen bir kadına rastlayamadık. Yalnızca yolculuğun sonunda Urumçi’de karşılaştığımız beş başörtülü kadının, yaptığımız kısa sohbetin ardından Özbekistan’dan (Taşkent) gelen turistler olduğunu öğrendik. Tesettürün yerini, devletin müsaade ettiği "folklorik" bir giyim tarzı almış, yaşlı teyzeler başları açık, saçları örgülü, kulaklarında küpe ve başlarında "doppa" denilen geleneksel şapkalarla dolaşıyor. Kıyafetleri boyunlarına kadar kapalı olsa da başörtüsüne izin verilmeyen bir formata müsaade edildiğine şahit olduk.
Kadim bir İslâm şehri olan Kaşgar’da bir defa bile ezan sesi duymadık. Ziyaretimiz süresince burada sakallı yalnızca üç erkek görebildik. Ancak bu görüntüler, doğal bir dinî tercihin yansıması olmaktan ziyade, turistik bir mizansenin parçasıydı. Bunlardan biri turistlere gösteri yapan bir davulcu, diğeri etnik ve otantik kıyafetler giymiş bir kuruyemişçi, üçüncüsü ise Çinli turistlerin önünde dans ettirilen yaşlı bir Uygur’du. Geleneksel sarık ve takkelerin yasaklanması nedeniyle, yaşlı erkeklerin başlarına ya “doppa” ya da fötr şapka takmak zorunda bırakıldığını gördük. Kaşgar’daki bu dönüşümü anlamak için Youtube’a girip “Kashgar 2010”, “Kashgar 2005” ya da “Kashgar 2015” başlıklarıyla kısa bir arama yapmanız yeterli. On–on beş yıl öncesine ait görüntülerde, İdgâh Camii meydanındaki kadınların yüzde 90’ından fazlasının tesettürlü —hatta çarşaflı ya da peçeli— olduğunu, erkeklerin ise sakallı ve geleneksel kıyafetler içinde dolaştığını açıkça görebilirsiniz.
Bölgedeki teknoloji marifetiyle sıkı bir takip mekanizması uygulanıyor.
Sokaklarda neredeyse her 10–15 metrede bir konumlandırılmış kameralarla kesintisiz bir gözetim var. Bunun sonucunda da insanlar her an izlendiği psikolojisiyle yaşamaya zorlanıyor.
Buna ek olarak telefonlara kurulu WeChat (Çin’de iletişimden ödemeye, gündelik hayatın neredeyse tamamını kapsayan çok amaçlı dijital platform) uygulaması üzerinden bireylerin konumları, harcamaları ve günlük hareketleri anlık olarak takip ediliyor.
Sahada dolaşırken pazar yerindeki bıçakların zincirle tezgâhlara bağlandığını gördük. Bu detayı tüm Uygur halkına "potansiyel terörist" muamelesi yapıldığının bir yansıması olarak okuyabiliriz. Bu muamele öyle boyutlara ulaşmış ki, Uygurların belirli uzunluğun üzerindeki ipleri, çadır ve dürbün gibi ekipmanları satın alması yasaklanmış durumda; çünkü bu tür malzemeler Çin makamlarının zihninde ayaklanma hazırlığı olarak yorumlanıyor.
İnsanların gözlerine yerleşmiş korku, selam verildiğinde cevap verememeleri ya da örneğin Artuş şehrine girişte taksinin doğrudan karakolun içinden geçmek zorunda kalması gibi sahneler, sadece orada bulunarak, o havayı soluyarak kavranabilecek bir “distopya” duygusunu bütün açıklığıyla hissettiriyor.
Hatırlarsınız, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 2024 yılı Haziran ayında Çin’e bir ziyaret gerçekleştirmişti. Kaşgar’da bakanın selam verdiği yaşlı bir Uygur teyzenin “aleyküm selam” diyememesi, halkın üzerindeki baskının ve korkunun bir sembolü olarak hafızalarımızda kaldı.
Camilerdeki Durum
Camiler fiziken ayakta duruyor olsa da, büyük kısmı ya tamamen kapalı tutuluyor ya da ibadet işlevinden çıkartılmış durumda.
Açık görünen camilerde ise namaz kılınmasına müsaade edilmiyor. Mekân, yalnızca ziyaret edilip gezilen turistik bir obje gibi. Propaganda turlarında “ziyaretçi” önceden belirlenmiş noktalara götürülüyor. Bu noktaların başında Kaşgar’ın simgesi olan İdgâh Camii geliyor. İdgâh Camii bölgede yaşanan baskının sembol mekânlarından birisi olarak çok önemli bir mekân. Cami fiziksel olarak ayakta ve dışarıdan bakıldığında açık görünse de, ibadet amacıyla girişe izin verilmeyip "müze" formatında tutuluyor. Bahsi geçen turlarda caminin içindeki halıların ne kadar temiz olduğu veya Çin devletinin hediye ettiği halılar gösterilerek "bakın, devletimiz İslâm'a saygılı, camilerimiz açık" mesajı veriliyor. İdgâh Camii'ne üç farklı vakitte namaz kılmak için gittik, ancak her seferinde kapıdaki görevliler tarafından engellendik. "Burada namaz kılabilir miyiz?" sorusunu duyduklarında görevliler panikleyip anında olumsuz yanıt verdiler. Camiye sadece bilet alarak turist gibi girilmesine müsaade edildi. Birçok tarihi cami ya tamamen kapatılmış ya da amacı dışında kullanılmaya başlanmış. Kaşgar’da bazı camilerin bara, alkollü restorana veya otele çevrildiğini fotoğrafladık.
Bazı camilere “kabul edilen” ihtiyarlar içeride sıraya dizilip gözümüzün önünde Çin bayrağı ile Şi Cinping fotoğrafı önünde Çin'e bağlılık yemini ettirildi.
Orada baskı yalnızca mekânla sınırlı değil; mezarlık ziyaretleri, kabir başında dua etmek, diz üstü çökmek ya da el açmak gibi dini pratikler toplu şekilde yasak. Baskı öyle bir hâl almış ki “İslâmî bir cenaze törenine katılmak” ya da “okunan Arapça bir duaya eşlik etmek” dahi insanların suçlanarak “eğitim kamplarına” gönderilmesine gerekçe olabiliyor.
Radikallikle Mücadele İddiası
Çin yönetimi, Doğu Türkistan’daki uygulamalarını, uluslararası alanda meşruiyet kazanmak için “radikallikle mücadele”, “aşırılıkla savaş” ve “terörü önleme” gibi başlıklar altında sunuyor. Rejime göre "radikallikten arınmanın"; alkol kullanmaya başlamak, kadın-erkek karışık dans etmek, tesettürü çıkarmak ve sakalı kesmek anlamına geldiği açıkça görülüyor. İçki satmayan bir esnaf veya mahremiyet hassasiyeti olan bir birey doğrudan "radikal" kategorisine sokuluyor.
Çin’in Doğu Türkistan’daki temel motivasyonu, İslâm inancı ile Uygur Türk kimliğinin birleşmesinden doğan "kontrol edilemez enerji" ve direniş ruhudur.
Çin, Uygur kimliğindeki "Türklük" unsuru ile İslâm’ın birleşmesinden ortaya çıkacak enerjinin, Pekin yönetimi için bir tehdit oluşturduğunu biliyor. Bu nedenle rejim, söz konusu iki unsuru birbirinden ayırmayı; Uygurları yalnızca yemek, dans ve müzikten ibaret bir folklor malzemesine indirgemeyi hedefliyor. Uygurları fiziksel olarak ortadan kaldırmaktan ziyade onları zihinsel ve ruhsal olarak dönüştürmeye çalışıyor. Nihai hedef ise “sadık bir Çin vatandaşı” inşa edebilmek adına, İslâm’ı yabancı ve hastalıklı bir unsur gibi sunmak ve onu Uygur kimliğinin içinden söküp atmak.
Sinizasyon (Çinlileştirme) Politikası ve Mimarinin Dönüştürülmesi
Çin yönetimi, İslâm’ın Uygurların “otantik” dini olmadığını; bu inancın sonradan Araplar tarafından —özellikle Emeviler dönemi vurgusuyla— bölgeye empoze edilmiş “yabancı” bir unsur olduğunu ileri sürüyor. Bu iddia, sahada yürütülen geniş çaplı bir dönüşüm politikasının da ideolojik zeminini oluşturuyor. Bu politikanın en görünür adımlarından biri, cami mimarisi üzerinden atılıyor.
Bölgede İslâmî mimarinin en belirgin sembolleri olan kubbe ve minarelerin sistematik biçimde yıkıldığına şahit oluyoruz. Yıkılan bu sembollerin yerine ise geleneksel Çin mimarisini çağrıştıran, pagoda tarzı çatı ve eklentiler inşa ediliyor; camilerin İslâmî kimliği bilinçli bir şekilde silinerek bambaşka bir forma sokuluyor. Bununla da yetinilmeyip; camilerin iç ve dış cephelerinde yer alan Arapça kitabeler, levhalar, ayetler ve Kelime-i Tevhid gibi semboller tamamen sökülüyor.
Uygurların dinî ve kültürel asimilasyonunu hızlandırmak amacıyla Han Çinlileriyle evlilikler açık biçimde teşvik ediliyor. Bu evlilikleri özendirmek için maddi destekler, kredi kolaylıkları ve doğacak çocuklara üniversiteye girişte öncelik gibi vaatler sunuluyor. Medyada bu uygulamalar “sosyal uyum” ve “etnik zenginlik” gibi modern ve olumlu kavramlarla pazarlansa da, sahada bunun ağır bir korku iklimi ürettiği açıkça hissediliyor. Uygur erkeklerin toplama kamplarına götürülmesi ya da zorla çalıştırılması sonucu kadınlar savunmasız bırakılıyor. Bir Uygur kadının Çinli bir erkeğin evlilik teklifini reddetmesi “aşırılık” olarak değerlendirilerek doğrudan toplama kampına götürülme gerekçesi hâline gelebiliyor. Aynı kontrol ve cezalandırma mekanizması, Uygurların ekonomik alanda da sistematik biçimde sömürülmesinin önünü açıyor. Uygurlar, küresel tekstil piyasası için pamuk üretiminde son derece düşük ücretlerle, hatta kimi zaman karşılıksız çalıştırılan bir iş gücü olarak kullanılıyor.
Doğu Türkistan, bir coğrafyanın yalnızca fiziksel olarak değil; inanç, hafıza ve kimlik düzeyinde sistemli biçimde dönüştürülme çabalarının çağımızdaki en katı örneklerinden birisi. Bu mesele, ideolojik kamplaşmaların ya da jeopolitik hesapların ötesinde, hakikatle yüzleşme cesareti gerektiren insanî ve ahlâki bir sınav olarak karşımızda duruyor.
Giriş
Doğu Türkistan, benim açımdan İslâm coğrafyasına yönelik uzun soluklu ilgimin doğal bir uzantısı, yıllardır zihnimde ve takibimde yer alan bir bölge oldu. Çin’in uyguladığı sert bilgi ablukası ve bölgeye erişimi zorlaştıran ulaşım engelleri sebebiyle sahaya dayalı doğrudan bilgi edinmenin son derece güç olması, bölgeyi zamanla bir “kapalı kutu”ya dönüştürdü. Bölgen zengin doğalgaz ve petrol rezervlerinin yanı sıra uranyum, altın ve pamuk gibi kritik kaynaklara sahip. Aynı zamanda Çin’in Kuşak-Yol girişiminin kavşak hatlarından birinde yer alması sebebiyle yüksek düzeyde stratejik bir değer taşıyor.
Doğu Türkistan meselesi, bizim ülkemizde "iki uçlu" ve dezenformasyona açık bir zeminde tartışılır:
Propaganda: Bir kesim, Doğu Türkistan’da yaşananlara dair dile getirilen zulüm iddialarını bütünüyle reddedip; bunları “Amerikan propagandası” ya da açık bir “yalan” olarak tanımlayarak bölgede her şeyin serbest olduğunu, Çin’in yalnızca terörle mücadele ettiğini ileri sürüyor.
Manipülasyon: Diğer kesim ise bu iddiaların Çin’e karşı Amerika tarafından bilinçli biçimde abartıldığını, sahadaki gerilimin esasen bazı radikal grupların kışkırtmalarıyla ortaya çıktığını ileri sürüyor.
Hâlihazırda Çin, bölgede yaşananların dışarı sızmasını engellemek amacıyla gazetecilerin ve araştırmacıların Doğu Türkistan’a bağımsız olarak girmesine izin vermiyor. Bölge için bordo pasaportlara da (umuma mahsus) bireysel turistik vize vermiyor veya çok katı şartlara bağlıyor. Gazeteci kimliğiyle yapılan başvurular çoğu zaman doğrudan reddediliyor; nadiren kabul edilen durumlarda da kişiye yalnızca devletin önceden belirlediği “propaganda turlarına” katılma imkânı tanınıyor. Bu nedenle uzaktan yapılan yorumlar ve üçüncü şahısların aktardıkları, bölgedeki "atmosferi" ve "detayları" yakalamakta oldukça yetersiz kalıyor. "Vicdanımın pusulasını" takip edip bu bilgi kirliliğini aşmak için bölgeye bizzat bir seyahat gerçekleştirdim. Dolayısıyla Doğu Türkistan seyahatine çıkışımdaki temel motivasyonum "başkalarının anlattıklarıyla yetinmeyip bizzat gidip görme ve yazma" arzusu oldu. Seyahat ve sonrasında üç temel hedef belirledim:
“Hakikati Aktarmak”, “Geleceğe Kayıt Bırakmak” ve “Kültürel Katkı Sunmak”.
Propaganda Turları
Çin, bölgedeki durumun normal olduğunu göstermek, iddiaları çürütmek için "propaganda gezileri" düzenliyor; bu gezilere bazı gazeteci ve Youtube yayıncılarını önceden ayarlanmış camilere ve pazarlara götürüyor.
Propaganda videolarında camilerin açık olduğu söyleniyor fakat sahaya çıktığınızda, bu mekânların yalnızca kapıları açık tutulan yapılar olduğunu, ibadethane vasfını yitirip birer “müzeye” ya da turistik objeye dönüştürüldüğünü, namaz kılmaya izin verilmediğini ve hatta bazılarının bar ya da otele çevrildiğini bizzat görüyorsunuz.
Bölgeye götürülen, ancak İslâmî hassasiyet taşımayan bazı kişiler, “cami açık mı?” sorusunu yalnızca kapının açık olup olmadığı üzerinden değerlendirerek buna rahatlıkla “evet” cevabı veriyor; ancak “Burada namaz kılabilir miyim?” sorusunu sormadıkları için de meselenin özünü kaçırıyorlar. Yine benzer propaganda videolarında sokaklarda kameralar önünde dans eden Uygur görüntülerini görüyoruz. Bunlar dindar ve muhafazakâr bir toplum olan Uygurların tabii hâlinden ziyade, dışarıya gösterilmek üzere kurgulanmış bir sahne, bir mizansenden ibaret.
Baskı ve Gözetlemenin Boyutları
Sekiz gün süren seyahat boyunca Gulca, Kaşgar, Yarkent, Hoten ve Urumçi gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu (bazı yerlerde %80 oranında) şehirleri ziyaret ettik. Bir İslâm beldesi dediğimiz zaman oraya dair zihnimizde belli imgeler, sokaklar, kıyafet biçimleri canlanır. Bu sekiz günlük zaman zarfında pazarlar, alışveriş merkezleri, restoranlar ve sokak araları dahil olmak üzere hiçbir yerde İslâmî usullere göre örtünen bir kadına rastlayamadık. Yalnızca yolculuğun sonunda Urumçi’de karşılaştığımız beş başörtülü kadının, yaptığımız kısa sohbetin ardından Özbekistan’dan (Taşkent) gelen turistler olduğunu öğrendik. Tesettürün yerini, devletin müsaade ettiği "folklorik" bir giyim tarzı almış, yaşlı teyzeler başları açık, saçları örgülü, kulaklarında küpe ve başlarında "doppa" denilen geleneksel şapkalarla dolaşıyor. Kıyafetleri boyunlarına kadar kapalı olsa da başörtüsüne izin verilmeyen bir formata müsaade edildiğine şahit olduk.
Kadim bir İslâm şehri olan Kaşgar’da bir defa bile ezan sesi duymadık. Ziyaretimiz süresince burada sakallı yalnızca üç erkek görebildik. Ancak bu görüntüler, doğal bir dinî tercihin yansıması olmaktan ziyade, turistik bir mizansenin parçasıydı. Bunlardan biri turistlere gösteri yapan bir davulcu, diğeri etnik ve otantik kıyafetler giymiş bir kuruyemişçi, üçüncüsü ise Çinli turistlerin önünde dans ettirilen yaşlı bir Uygur’du. Geleneksel sarık ve takkelerin yasaklanması nedeniyle, yaşlı erkeklerin başlarına ya “doppa” ya da fötr şapka takmak zorunda bırakıldığını gördük. Kaşgar’daki bu dönüşümü anlamak için Youtube’a girip “Kashgar 2010”, “Kashgar 2005” ya da “Kashgar 2015” başlıklarıyla kısa bir arama yapmanız yeterli. On–on beş yıl öncesine ait görüntülerde, İdgâh Camii meydanındaki kadınların yüzde 90’ından fazlasının tesettürlü —hatta çarşaflı ya da peçeli— olduğunu, erkeklerin ise sakallı ve geleneksel kıyafetler içinde dolaştığını açıkça görebilirsiniz.
Bölgedeki teknoloji marifetiyle sıkı bir takip mekanizması uygulanıyor.
Sokaklarda neredeyse her 10–15 metrede bir konumlandırılmış kameralarla kesintisiz bir gözetim var. Bunun sonucunda da insanlar her an izlendiği psikolojisiyle yaşamaya zorlanıyor.
Buna ek olarak telefonlara kurulu WeChat (Çin’de iletişimden ödemeye, gündelik hayatın neredeyse tamamını kapsayan çok amaçlı dijital platform) uygulaması üzerinden bireylerin konumları, harcamaları ve günlük hareketleri anlık olarak takip ediliyor.
Sahada dolaşırken pazar yerindeki bıçakların zincirle tezgâhlara bağlandığını gördük. Bu detayı tüm Uygur halkına "potansiyel terörist" muamelesi yapıldığının bir yansıması olarak okuyabiliriz. Bu muamele öyle boyutlara ulaşmış ki, Uygurların belirli uzunluğun üzerindeki ipleri, çadır ve dürbün gibi ekipmanları satın alması yasaklanmış durumda; çünkü bu tür malzemeler Çin makamlarının zihninde ayaklanma hazırlığı olarak yorumlanıyor.
İnsanların gözlerine yerleşmiş korku, selam verildiğinde cevap verememeleri ya da örneğin Artuş şehrine girişte taksinin doğrudan karakolun içinden geçmek zorunda kalması gibi sahneler, sadece orada bulunarak, o havayı soluyarak kavranabilecek bir “distopya” duygusunu bütün açıklığıyla hissettiriyor.
Hatırlarsınız, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 2024 yılı Haziran ayında Çin’e bir ziyaret gerçekleştirmişti. Kaşgar’da bakanın selam verdiği yaşlı bir Uygur teyzenin “aleyküm selam” diyememesi, halkın üzerindeki baskının ve korkunun bir sembolü olarak hafızalarımızda kaldı.
Camilerdeki Durum
Camiler fiziken ayakta duruyor olsa da, büyük kısmı ya tamamen kapalı tutuluyor ya da ibadet işlevinden çıkartılmış durumda.
Açık görünen camilerde ise namaz kılınmasına müsaade edilmiyor. Mekân, yalnızca ziyaret edilip gezilen turistik bir obje gibi. Propaganda turlarında “ziyaretçi” önceden belirlenmiş noktalara götürülüyor. Bu noktaların başında Kaşgar’ın simgesi olan İdgâh Camii geliyor. İdgâh Camii bölgede yaşanan baskının sembol mekânlarından birisi olarak çok önemli bir mekân. Cami fiziksel olarak ayakta ve dışarıdan bakıldığında açık görünse de, ibadet amacıyla girişe izin verilmeyip "müze" formatında tutuluyor. Bahsi geçen turlarda caminin içindeki halıların ne kadar temiz olduğu veya Çin devletinin hediye ettiği halılar gösterilerek "bakın, devletimiz İslâm'a saygılı, camilerimiz açık" mesajı veriliyor. İdgâh Camii'ne üç farklı vakitte namaz kılmak için gittik, ancak her seferinde kapıdaki görevliler tarafından engellendik. "Burada namaz kılabilir miyiz?" sorusunu duyduklarında görevliler panikleyip anında olumsuz yanıt verdiler. Camiye sadece bilet alarak turist gibi girilmesine müsaade edildi. Birçok tarihi cami ya tamamen kapatılmış ya da amacı dışında kullanılmaya başlanmış. Kaşgar’da bazı camilerin bara, alkollü restorana veya otele çevrildiğini fotoğrafladık.
Bazı camilere “kabul edilen” ihtiyarlar içeride sıraya dizilip gözümüzün önünde Çin bayrağı ile Şi Cinping fotoğrafı önünde Çin'e bağlılık yemini ettirildi.
Orada baskı yalnızca mekânla sınırlı değil; mezarlık ziyaretleri, kabir başında dua etmek, diz üstü çökmek ya da el açmak gibi dini pratikler toplu şekilde yasak. Baskı öyle bir hâl almış ki “İslâmî bir cenaze törenine katılmak” ya da “okunan Arapça bir duaya eşlik etmek” dahi insanların suçlanarak “eğitim kamplarına” gönderilmesine gerekçe olabiliyor.
Radikallikle Mücadele İddiası
Çin yönetimi, Doğu Türkistan’daki uygulamalarını, uluslararası alanda meşruiyet kazanmak için “radikallikle mücadele”, “aşırılıkla savaş” ve “terörü önleme” gibi başlıklar altında sunuyor. Rejime göre "radikallikten arınmanın"; alkol kullanmaya başlamak, kadın-erkek karışık dans etmek, tesettürü çıkarmak ve sakalı kesmek anlamına geldiği açıkça görülüyor. İçki satmayan bir esnaf veya mahremiyet hassasiyeti olan bir birey doğrudan "radikal" kategorisine sokuluyor.
Çin’in Doğu Türkistan’daki temel motivasyonu, İslâm inancı ile Uygur Türk kimliğinin birleşmesinden doğan "kontrol edilemez enerji" ve direniş ruhudur.
Çin, Uygur kimliğindeki "Türklük" unsuru ile İslâm’ın birleşmesinden ortaya çıkacak enerjinin, Pekin yönetimi için bir tehdit oluşturduğunu biliyor. Bu nedenle rejim, söz konusu iki unsuru birbirinden ayırmayı; Uygurları yalnızca yemek, dans ve müzikten ibaret bir folklor malzemesine indirgemeyi hedefliyor. Uygurları fiziksel olarak ortadan kaldırmaktan ziyade onları zihinsel ve ruhsal olarak dönüştürmeye çalışıyor. Nihai hedef ise “sadık bir Çin vatandaşı” inşa edebilmek adına, İslâm’ı yabancı ve hastalıklı bir unsur gibi sunmak ve onu Uygur kimliğinin içinden söküp atmak.
Sinizasyon (Çinlileştirme) Politikası ve Mimarinin Dönüştürülmesi
Çin yönetimi, İslâm’ın Uygurların “otantik” dini olmadığını; bu inancın sonradan Araplar tarafından —özellikle Emeviler dönemi vurgusuyla— bölgeye empoze edilmiş “yabancı” bir unsur olduğunu ileri sürüyor. Bu iddia, sahada yürütülen geniş çaplı bir dönüşüm politikasının da ideolojik zeminini oluşturuyor. Bu politikanın en görünür adımlarından biri, cami mimarisi üzerinden atılıyor.
Bölgede İslâmî mimarinin en belirgin sembolleri olan kubbe ve minarelerin sistematik biçimde yıkıldığına şahit oluyoruz. Yıkılan bu sembollerin yerine ise geleneksel Çin mimarisini çağrıştıran, pagoda tarzı çatı ve eklentiler inşa ediliyor; camilerin İslâmî kimliği bilinçli bir şekilde silinerek bambaşka bir forma sokuluyor. Bununla da yetinilmeyip; camilerin iç ve dış cephelerinde yer alan Arapça kitabeler, levhalar, ayetler ve Kelime-i Tevhid gibi semboller tamamen sökülüyor.
Uygurların dinî ve kültürel asimilasyonunu hızlandırmak amacıyla Han Çinlileriyle evlilikler açık biçimde teşvik ediliyor. Bu evlilikleri özendirmek için maddi destekler, kredi kolaylıkları ve doğacak çocuklara üniversiteye girişte öncelik gibi vaatler sunuluyor. Medyada bu uygulamalar “sosyal uyum” ve “etnik zenginlik” gibi modern ve olumlu kavramlarla pazarlansa da, sahada bunun ağır bir korku iklimi ürettiği açıkça hissediliyor. Uygur erkeklerin toplama kamplarına götürülmesi ya da zorla çalıştırılması sonucu kadınlar savunmasız bırakılıyor. Bir Uygur kadının Çinli bir erkeğin evlilik teklifini reddetmesi “aşırılık” olarak değerlendirilerek doğrudan toplama kampına götürülme gerekçesi hâline gelebiliyor. Aynı kontrol ve cezalandırma mekanizması, Uygurların ekonomik alanda da sistematik biçimde sömürülmesinin önünü açıyor. Uygurlar, küresel tekstil piyasası için pamuk üretiminde son derece düşük ücretlerle, hatta kimi zaman karşılıksız çalıştırılan bir iş gücü olarak kullanılıyor.
Doğu Türkistan, bir coğrafyanın yalnızca fiziksel olarak değil; inanç, hafıza ve kimlik düzeyinde sistemli biçimde dönüştürülme çabalarının çağımızdaki en katı örneklerinden birisi. Bu mesele, ideolojik kamplaşmaların ya da jeopolitik hesapların ötesinde, hakikatle yüzleşme cesareti gerektiren insanî ve ahlâki bir sınav olarak karşımızda duruyor.
Giriş
Doğu Türkistan, benim açımdan İslâm coğrafyasına yönelik uzun soluklu ilgimin doğal bir uzantısı, yıllardır zihnimde ve takibimde yer alan bir bölge oldu. Çin’in uyguladığı sert bilgi ablukası ve bölgeye erişimi zorlaştıran ulaşım engelleri sebebiyle sahaya dayalı doğrudan bilgi edinmenin son derece güç olması, bölgeyi zamanla bir “kapalı kutu”ya dönüştürdü. Bölgen zengin doğalgaz ve petrol rezervlerinin yanı sıra uranyum, altın ve pamuk gibi kritik kaynaklara sahip. Aynı zamanda Çin’in Kuşak-Yol girişiminin kavşak hatlarından birinde yer alması sebebiyle yüksek düzeyde stratejik bir değer taşıyor.
Doğu Türkistan meselesi, bizim ülkemizde "iki uçlu" ve dezenformasyona açık bir zeminde tartışılır:
Propaganda: Bir kesim, Doğu Türkistan’da yaşananlara dair dile getirilen zulüm iddialarını bütünüyle reddedip; bunları “Amerikan propagandası” ya da açık bir “yalan” olarak tanımlayarak bölgede her şeyin serbest olduğunu, Çin’in yalnızca terörle mücadele ettiğini ileri sürüyor.
Manipülasyon: Diğer kesim ise bu iddiaların Çin’e karşı Amerika tarafından bilinçli biçimde abartıldığını, sahadaki gerilimin esasen bazı radikal grupların kışkırtmalarıyla ortaya çıktığını ileri sürüyor.
Hâlihazırda Çin, bölgede yaşananların dışarı sızmasını engellemek amacıyla gazetecilerin ve araştırmacıların Doğu Türkistan’a bağımsız olarak girmesine izin vermiyor. Bölge için bordo pasaportlara da (umuma mahsus) bireysel turistik vize vermiyor veya çok katı şartlara bağlıyor. Gazeteci kimliğiyle yapılan başvurular çoğu zaman doğrudan reddediliyor; nadiren kabul edilen durumlarda da kişiye yalnızca devletin önceden belirlediği “propaganda turlarına” katılma imkânı tanınıyor. Bu nedenle uzaktan yapılan yorumlar ve üçüncü şahısların aktardıkları, bölgedeki "atmosferi" ve "detayları" yakalamakta oldukça yetersiz kalıyor. "Vicdanımın pusulasını" takip edip bu bilgi kirliliğini aşmak için bölgeye bizzat bir seyahat gerçekleştirdim. Dolayısıyla Doğu Türkistan seyahatine çıkışımdaki temel motivasyonum "başkalarının anlattıklarıyla yetinmeyip bizzat gidip görme ve yazma" arzusu oldu. Seyahat ve sonrasında üç temel hedef belirledim:
“Hakikati Aktarmak”, “Geleceğe Kayıt Bırakmak” ve “Kültürel Katkı Sunmak”.
Propaganda Turları
Çin, bölgedeki durumun normal olduğunu göstermek, iddiaları çürütmek için "propaganda gezileri" düzenliyor; bu gezilere bazı gazeteci ve Youtube yayıncılarını önceden ayarlanmış camilere ve pazarlara götürüyor.
Propaganda videolarında camilerin açık olduğu söyleniyor fakat sahaya çıktığınızda, bu mekânların yalnızca kapıları açık tutulan yapılar olduğunu, ibadethane vasfını yitirip birer “müzeye” ya da turistik objeye dönüştürüldüğünü, namaz kılmaya izin verilmediğini ve hatta bazılarının bar ya da otele çevrildiğini bizzat görüyorsunuz.
Bölgeye götürülen, ancak İslâmî hassasiyet taşımayan bazı kişiler, “cami açık mı?” sorusunu yalnızca kapının açık olup olmadığı üzerinden değerlendirerek buna rahatlıkla “evet” cevabı veriyor; ancak “Burada namaz kılabilir miyim?” sorusunu sormadıkları için de meselenin özünü kaçırıyorlar. Yine benzer propaganda videolarında sokaklarda kameralar önünde dans eden Uygur görüntülerini görüyoruz. Bunlar dindar ve muhafazakâr bir toplum olan Uygurların tabii hâlinden ziyade, dışarıya gösterilmek üzere kurgulanmış bir sahne, bir mizansenden ibaret.
Baskı ve Gözetlemenin Boyutları
Sekiz gün süren seyahat boyunca Gulca, Kaşgar, Yarkent, Hoten ve Urumçi gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu (bazı yerlerde %80 oranında) şehirleri ziyaret ettik. Bir İslâm beldesi dediğimiz zaman oraya dair zihnimizde belli imgeler, sokaklar, kıyafet biçimleri canlanır. Bu sekiz günlük zaman zarfında pazarlar, alışveriş merkezleri, restoranlar ve sokak araları dahil olmak üzere hiçbir yerde İslâmî usullere göre örtünen bir kadına rastlayamadık. Yalnızca yolculuğun sonunda Urumçi’de karşılaştığımız beş başörtülü kadının, yaptığımız kısa sohbetin ardından Özbekistan’dan (Taşkent) gelen turistler olduğunu öğrendik. Tesettürün yerini, devletin müsaade ettiği "folklorik" bir giyim tarzı almış, yaşlı teyzeler başları açık, saçları örgülü, kulaklarında küpe ve başlarında "doppa" denilen geleneksel şapkalarla dolaşıyor. Kıyafetleri boyunlarına kadar kapalı olsa da başörtüsüne izin verilmeyen bir formata müsaade edildiğine şahit olduk.
Kadim bir İslâm şehri olan Kaşgar’da bir defa bile ezan sesi duymadık. Ziyaretimiz süresince burada sakallı yalnızca üç erkek görebildik. Ancak bu görüntüler, doğal bir dinî tercihin yansıması olmaktan ziyade, turistik bir mizansenin parçasıydı. Bunlardan biri turistlere gösteri yapan bir davulcu, diğeri etnik ve otantik kıyafetler giymiş bir kuruyemişçi, üçüncüsü ise Çinli turistlerin önünde dans ettirilen yaşlı bir Uygur’du. Geleneksel sarık ve takkelerin yasaklanması nedeniyle, yaşlı erkeklerin başlarına ya “doppa” ya da fötr şapka takmak zorunda bırakıldığını gördük. Kaşgar’daki bu dönüşümü anlamak için Youtube’a girip “Kashgar 2010”, “Kashgar 2005” ya da “Kashgar 2015” başlıklarıyla kısa bir arama yapmanız yeterli. On–on beş yıl öncesine ait görüntülerde, İdgâh Camii meydanındaki kadınların yüzde 90’ından fazlasının tesettürlü —hatta çarşaflı ya da peçeli— olduğunu, erkeklerin ise sakallı ve geleneksel kıyafetler içinde dolaştığını açıkça görebilirsiniz.
Bölgedeki teknoloji marifetiyle sıkı bir takip mekanizması uygulanıyor.
Sokaklarda neredeyse her 10–15 metrede bir konumlandırılmış kameralarla kesintisiz bir gözetim var. Bunun sonucunda da insanlar her an izlendiği psikolojisiyle yaşamaya zorlanıyor.
Buna ek olarak telefonlara kurulu WeChat (Çin’de iletişimden ödemeye, gündelik hayatın neredeyse tamamını kapsayan çok amaçlı dijital platform) uygulaması üzerinden bireylerin konumları, harcamaları ve günlük hareketleri anlık olarak takip ediliyor.
Sahada dolaşırken pazar yerindeki bıçakların zincirle tezgâhlara bağlandığını gördük. Bu detayı tüm Uygur halkına "potansiyel terörist" muamelesi yapıldığının bir yansıması olarak okuyabiliriz. Bu muamele öyle boyutlara ulaşmış ki, Uygurların belirli uzunluğun üzerindeki ipleri, çadır ve dürbün gibi ekipmanları satın alması yasaklanmış durumda; çünkü bu tür malzemeler Çin makamlarının zihninde ayaklanma hazırlığı olarak yorumlanıyor.
İnsanların gözlerine yerleşmiş korku, selam verildiğinde cevap verememeleri ya da örneğin Artuş şehrine girişte taksinin doğrudan karakolun içinden geçmek zorunda kalması gibi sahneler, sadece orada bulunarak, o havayı soluyarak kavranabilecek bir “distopya” duygusunu bütün açıklığıyla hissettiriyor.
Hatırlarsınız, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 2024 yılı Haziran ayında Çin’e bir ziyaret gerçekleştirmişti. Kaşgar’da bakanın selam verdiği yaşlı bir Uygur teyzenin “aleyküm selam” diyememesi, halkın üzerindeki baskının ve korkunun bir sembolü olarak hafızalarımızda kaldı.
Camilerdeki Durum
Camiler fiziken ayakta duruyor olsa da, büyük kısmı ya tamamen kapalı tutuluyor ya da ibadet işlevinden çıkartılmış durumda.
Açık görünen camilerde ise namaz kılınmasına müsaade edilmiyor. Mekân, yalnızca ziyaret edilip gezilen turistik bir obje gibi. Propaganda turlarında “ziyaretçi” önceden belirlenmiş noktalara götürülüyor. Bu noktaların başında Kaşgar’ın simgesi olan İdgâh Camii geliyor. İdgâh Camii bölgede yaşanan baskının sembol mekânlarından birisi olarak çok önemli bir mekân. Cami fiziksel olarak ayakta ve dışarıdan bakıldığında açık görünse de, ibadet amacıyla girişe izin verilmeyip "müze" formatında tutuluyor. Bahsi geçen turlarda caminin içindeki halıların ne kadar temiz olduğu veya Çin devletinin hediye ettiği halılar gösterilerek "bakın, devletimiz İslâm'a saygılı, camilerimiz açık" mesajı veriliyor. İdgâh Camii'ne üç farklı vakitte namaz kılmak için gittik, ancak her seferinde kapıdaki görevliler tarafından engellendik. "Burada namaz kılabilir miyiz?" sorusunu duyduklarında görevliler panikleyip anında olumsuz yanıt verdiler. Camiye sadece bilet alarak turist gibi girilmesine müsaade edildi. Birçok tarihi cami ya tamamen kapatılmış ya da amacı dışında kullanılmaya başlanmış. Kaşgar’da bazı camilerin bara, alkollü restorana veya otele çevrildiğini fotoğrafladık.
Bazı camilere “kabul edilen” ihtiyarlar içeride sıraya dizilip gözümüzün önünde Çin bayrağı ile Şi Cinping fotoğrafı önünde Çin'e bağlılık yemini ettirildi.
Orada baskı yalnızca mekânla sınırlı değil; mezarlık ziyaretleri, kabir başında dua etmek, diz üstü çökmek ya da el açmak gibi dini pratikler toplu şekilde yasak. Baskı öyle bir hâl almış ki “İslâmî bir cenaze törenine katılmak” ya da “okunan Arapça bir duaya eşlik etmek” dahi insanların suçlanarak “eğitim kamplarına” gönderilmesine gerekçe olabiliyor.
Radikallikle Mücadele İddiası
Çin yönetimi, Doğu Türkistan’daki uygulamalarını, uluslararası alanda meşruiyet kazanmak için “radikallikle mücadele”, “aşırılıkla savaş” ve “terörü önleme” gibi başlıklar altında sunuyor. Rejime göre "radikallikten arınmanın"; alkol kullanmaya başlamak, kadın-erkek karışık dans etmek, tesettürü çıkarmak ve sakalı kesmek anlamına geldiği açıkça görülüyor. İçki satmayan bir esnaf veya mahremiyet hassasiyeti olan bir birey doğrudan "radikal" kategorisine sokuluyor.
Çin’in Doğu Türkistan’daki temel motivasyonu, İslâm inancı ile Uygur Türk kimliğinin birleşmesinden doğan "kontrol edilemez enerji" ve direniş ruhudur.
Çin, Uygur kimliğindeki "Türklük" unsuru ile İslâm’ın birleşmesinden ortaya çıkacak enerjinin, Pekin yönetimi için bir tehdit oluşturduğunu biliyor. Bu nedenle rejim, söz konusu iki unsuru birbirinden ayırmayı; Uygurları yalnızca yemek, dans ve müzikten ibaret bir folklor malzemesine indirgemeyi hedefliyor. Uygurları fiziksel olarak ortadan kaldırmaktan ziyade onları zihinsel ve ruhsal olarak dönüştürmeye çalışıyor. Nihai hedef ise “sadık bir Çin vatandaşı” inşa edebilmek adına, İslâm’ı yabancı ve hastalıklı bir unsur gibi sunmak ve onu Uygur kimliğinin içinden söküp atmak.
Sinizasyon (Çinlileştirme) Politikası ve Mimarinin Dönüştürülmesi
Çin yönetimi, İslâm’ın Uygurların “otantik” dini olmadığını; bu inancın sonradan Araplar tarafından —özellikle Emeviler dönemi vurgusuyla— bölgeye empoze edilmiş “yabancı” bir unsur olduğunu ileri sürüyor. Bu iddia, sahada yürütülen geniş çaplı bir dönüşüm politikasının da ideolojik zeminini oluşturuyor. Bu politikanın en görünür adımlarından biri, cami mimarisi üzerinden atılıyor.
Bölgede İslâmî mimarinin en belirgin sembolleri olan kubbe ve minarelerin sistematik biçimde yıkıldığına şahit oluyoruz. Yıkılan bu sembollerin yerine ise geleneksel Çin mimarisini çağrıştıran, pagoda tarzı çatı ve eklentiler inşa ediliyor; camilerin İslâmî kimliği bilinçli bir şekilde silinerek bambaşka bir forma sokuluyor. Bununla da yetinilmeyip; camilerin iç ve dış cephelerinde yer alan Arapça kitabeler, levhalar, ayetler ve Kelime-i Tevhid gibi semboller tamamen sökülüyor.
Uygurların dinî ve kültürel asimilasyonunu hızlandırmak amacıyla Han Çinlileriyle evlilikler açık biçimde teşvik ediliyor. Bu evlilikleri özendirmek için maddi destekler, kredi kolaylıkları ve doğacak çocuklara üniversiteye girişte öncelik gibi vaatler sunuluyor. Medyada bu uygulamalar “sosyal uyum” ve “etnik zenginlik” gibi modern ve olumlu kavramlarla pazarlansa da, sahada bunun ağır bir korku iklimi ürettiği açıkça hissediliyor. Uygur erkeklerin toplama kamplarına götürülmesi ya da zorla çalıştırılması sonucu kadınlar savunmasız bırakılıyor. Bir Uygur kadının Çinli bir erkeğin evlilik teklifini reddetmesi “aşırılık” olarak değerlendirilerek doğrudan toplama kampına götürülme gerekçesi hâline gelebiliyor. Aynı kontrol ve cezalandırma mekanizması, Uygurların ekonomik alanda da sistematik biçimde sömürülmesinin önünü açıyor. Uygurlar, küresel tekstil piyasası için pamuk üretiminde son derece düşük ücretlerle, hatta kimi zaman karşılıksız çalıştırılan bir iş gücü olarak kullanılıyor.
Doğu Türkistan, bir coğrafyanın yalnızca fiziksel olarak değil; inanç, hafıza ve kimlik düzeyinde sistemli biçimde dönüştürülme çabalarının çağımızdaki en katı örneklerinden birisi. Bu mesele, ideolojik kamplaşmaların ya da jeopolitik hesapların ötesinde, hakikatle yüzleşme cesareti gerektiren insanî ve ahlâki bir sınav olarak karşımızda duruyor.
Giriş
Doğu Türkistan, benim açımdan İslâm coğrafyasına yönelik uzun soluklu ilgimin doğal bir uzantısı, yıllardır zihnimde ve takibimde yer alan bir bölge oldu. Çin’in uyguladığı sert bilgi ablukası ve bölgeye erişimi zorlaştıran ulaşım engelleri sebebiyle sahaya dayalı doğrudan bilgi edinmenin son derece güç olması, bölgeyi zamanla bir “kapalı kutu”ya dönüştürdü. Bölgen zengin doğalgaz ve petrol rezervlerinin yanı sıra uranyum, altın ve pamuk gibi kritik kaynaklara sahip. Aynı zamanda Çin’in Kuşak-Yol girişiminin kavşak hatlarından birinde yer alması sebebiyle yüksek düzeyde stratejik bir değer taşıyor.
Doğu Türkistan meselesi, bizim ülkemizde "iki uçlu" ve dezenformasyona açık bir zeminde tartışılır:
Propaganda: Bir kesim, Doğu Türkistan’da yaşananlara dair dile getirilen zulüm iddialarını bütünüyle reddedip; bunları “Amerikan propagandası” ya da açık bir “yalan” olarak tanımlayarak bölgede her şeyin serbest olduğunu, Çin’in yalnızca terörle mücadele ettiğini ileri sürüyor.
Manipülasyon: Diğer kesim ise bu iddiaların Çin’e karşı Amerika tarafından bilinçli biçimde abartıldığını, sahadaki gerilimin esasen bazı radikal grupların kışkırtmalarıyla ortaya çıktığını ileri sürüyor.
Hâlihazırda Çin, bölgede yaşananların dışarı sızmasını engellemek amacıyla gazetecilerin ve araştırmacıların Doğu Türkistan’a bağımsız olarak girmesine izin vermiyor. Bölge için bordo pasaportlara da (umuma mahsus) bireysel turistik vize vermiyor veya çok katı şartlara bağlıyor. Gazeteci kimliğiyle yapılan başvurular çoğu zaman doğrudan reddediliyor; nadiren kabul edilen durumlarda da kişiye yalnızca devletin önceden belirlediği “propaganda turlarına” katılma imkânı tanınıyor. Bu nedenle uzaktan yapılan yorumlar ve üçüncü şahısların aktardıkları, bölgedeki "atmosferi" ve "detayları" yakalamakta oldukça yetersiz kalıyor. "Vicdanımın pusulasını" takip edip bu bilgi kirliliğini aşmak için bölgeye bizzat bir seyahat gerçekleştirdim. Dolayısıyla Doğu Türkistan seyahatine çıkışımdaki temel motivasyonum "başkalarının anlattıklarıyla yetinmeyip bizzat gidip görme ve yazma" arzusu oldu. Seyahat ve sonrasında üç temel hedef belirledim:
“Hakikati Aktarmak”, “Geleceğe Kayıt Bırakmak” ve “Kültürel Katkı Sunmak”.
Propaganda Turları
Çin, bölgedeki durumun normal olduğunu göstermek, iddiaları çürütmek için "propaganda gezileri" düzenliyor; bu gezilere bazı gazeteci ve Youtube yayıncılarını önceden ayarlanmış camilere ve pazarlara götürüyor.
Propaganda videolarında camilerin açık olduğu söyleniyor fakat sahaya çıktığınızda, bu mekânların yalnızca kapıları açık tutulan yapılar olduğunu, ibadethane vasfını yitirip birer “müzeye” ya da turistik objeye dönüştürüldüğünü, namaz kılmaya izin verilmediğini ve hatta bazılarının bar ya da otele çevrildiğini bizzat görüyorsunuz.
Bölgeye götürülen, ancak İslâmî hassasiyet taşımayan bazı kişiler, “cami açık mı?” sorusunu yalnızca kapının açık olup olmadığı üzerinden değerlendirerek buna rahatlıkla “evet” cevabı veriyor; ancak “Burada namaz kılabilir miyim?” sorusunu sormadıkları için de meselenin özünü kaçırıyorlar. Yine benzer propaganda videolarında sokaklarda kameralar önünde dans eden Uygur görüntülerini görüyoruz. Bunlar dindar ve muhafazakâr bir toplum olan Uygurların tabii hâlinden ziyade, dışarıya gösterilmek üzere kurgulanmış bir sahne, bir mizansenden ibaret.
Baskı ve Gözetlemenin Boyutları
Sekiz gün süren seyahat boyunca Gulca, Kaşgar, Yarkent, Hoten ve Urumçi gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu (bazı yerlerde %80 oranında) şehirleri ziyaret ettik. Bir İslâm beldesi dediğimiz zaman oraya dair zihnimizde belli imgeler, sokaklar, kıyafet biçimleri canlanır. Bu sekiz günlük zaman zarfında pazarlar, alışveriş merkezleri, restoranlar ve sokak araları dahil olmak üzere hiçbir yerde İslâmî usullere göre örtünen bir kadına rastlayamadık. Yalnızca yolculuğun sonunda Urumçi’de karşılaştığımız beş başörtülü kadının, yaptığımız kısa sohbetin ardından Özbekistan’dan (Taşkent) gelen turistler olduğunu öğrendik. Tesettürün yerini, devletin müsaade ettiği "folklorik" bir giyim tarzı almış, yaşlı teyzeler başları açık, saçları örgülü, kulaklarında küpe ve başlarında "doppa" denilen geleneksel şapkalarla dolaşıyor. Kıyafetleri boyunlarına kadar kapalı olsa da başörtüsüne izin verilmeyen bir formata müsaade edildiğine şahit olduk.
Kadim bir İslâm şehri olan Kaşgar’da bir defa bile ezan sesi duymadık. Ziyaretimiz süresince burada sakallı yalnızca üç erkek görebildik. Ancak bu görüntüler, doğal bir dinî tercihin yansıması olmaktan ziyade, turistik bir mizansenin parçasıydı. Bunlardan biri turistlere gösteri yapan bir davulcu, diğeri etnik ve otantik kıyafetler giymiş bir kuruyemişçi, üçüncüsü ise Çinli turistlerin önünde dans ettirilen yaşlı bir Uygur’du. Geleneksel sarık ve takkelerin yasaklanması nedeniyle, yaşlı erkeklerin başlarına ya “doppa” ya da fötr şapka takmak zorunda bırakıldığını gördük. Kaşgar’daki bu dönüşümü anlamak için Youtube’a girip “Kashgar 2010”, “Kashgar 2005” ya da “Kashgar 2015” başlıklarıyla kısa bir arama yapmanız yeterli. On–on beş yıl öncesine ait görüntülerde, İdgâh Camii meydanındaki kadınların yüzde 90’ından fazlasının tesettürlü —hatta çarşaflı ya da peçeli— olduğunu, erkeklerin ise sakallı ve geleneksel kıyafetler içinde dolaştığını açıkça görebilirsiniz.
Bölgedeki teknoloji marifetiyle sıkı bir takip mekanizması uygulanıyor.
Sokaklarda neredeyse her 10–15 metrede bir konumlandırılmış kameralarla kesintisiz bir gözetim var. Bunun sonucunda da insanlar her an izlendiği psikolojisiyle yaşamaya zorlanıyor.
Buna ek olarak telefonlara kurulu WeChat (Çin’de iletişimden ödemeye, gündelik hayatın neredeyse tamamını kapsayan çok amaçlı dijital platform) uygulaması üzerinden bireylerin konumları, harcamaları ve günlük hareketleri anlık olarak takip ediliyor.
Sahada dolaşırken pazar yerindeki bıçakların zincirle tezgâhlara bağlandığını gördük. Bu detayı tüm Uygur halkına "potansiyel terörist" muamelesi yapıldığının bir yansıması olarak okuyabiliriz. Bu muamele öyle boyutlara ulaşmış ki, Uygurların belirli uzunluğun üzerindeki ipleri, çadır ve dürbün gibi ekipmanları satın alması yasaklanmış durumda; çünkü bu tür malzemeler Çin makamlarının zihninde ayaklanma hazırlığı olarak yorumlanıyor.
İnsanların gözlerine yerleşmiş korku, selam verildiğinde cevap verememeleri ya da örneğin Artuş şehrine girişte taksinin doğrudan karakolun içinden geçmek zorunda kalması gibi sahneler, sadece orada bulunarak, o havayı soluyarak kavranabilecek bir “distopya” duygusunu bütün açıklığıyla hissettiriyor.
Hatırlarsınız, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 2024 yılı Haziran ayında Çin’e bir ziyaret gerçekleştirmişti. Kaşgar’da bakanın selam verdiği yaşlı bir Uygur teyzenin “aleyküm selam” diyememesi, halkın üzerindeki baskının ve korkunun bir sembolü olarak hafızalarımızda kaldı.
Camilerdeki Durum
Camiler fiziken ayakta duruyor olsa da, büyük kısmı ya tamamen kapalı tutuluyor ya da ibadet işlevinden çıkartılmış durumda.
Açık görünen camilerde ise namaz kılınmasına müsaade edilmiyor. Mekân, yalnızca ziyaret edilip gezilen turistik bir obje gibi. Propaganda turlarında “ziyaretçi” önceden belirlenmiş noktalara götürülüyor. Bu noktaların başında Kaşgar’ın simgesi olan İdgâh Camii geliyor. İdgâh Camii bölgede yaşanan baskının sembol mekânlarından birisi olarak çok önemli bir mekân. Cami fiziksel olarak ayakta ve dışarıdan bakıldığında açık görünse de, ibadet amacıyla girişe izin verilmeyip "müze" formatında tutuluyor. Bahsi geçen turlarda caminin içindeki halıların ne kadar temiz olduğu veya Çin devletinin hediye ettiği halılar gösterilerek "bakın, devletimiz İslâm'a saygılı, camilerimiz açık" mesajı veriliyor. İdgâh Camii'ne üç farklı vakitte namaz kılmak için gittik, ancak her seferinde kapıdaki görevliler tarafından engellendik. "Burada namaz kılabilir miyiz?" sorusunu duyduklarında görevliler panikleyip anında olumsuz yanıt verdiler. Camiye sadece bilet alarak turist gibi girilmesine müsaade edildi. Birçok tarihi cami ya tamamen kapatılmış ya da amacı dışında kullanılmaya başlanmış. Kaşgar’da bazı camilerin bara, alkollü restorana veya otele çevrildiğini fotoğrafladık.
Bazı camilere “kabul edilen” ihtiyarlar içeride sıraya dizilip gözümüzün önünde Çin bayrağı ile Şi Cinping fotoğrafı önünde Çin'e bağlılık yemini ettirildi.
Orada baskı yalnızca mekânla sınırlı değil; mezarlık ziyaretleri, kabir başında dua etmek, diz üstü çökmek ya da el açmak gibi dini pratikler toplu şekilde yasak. Baskı öyle bir hâl almış ki “İslâmî bir cenaze törenine katılmak” ya da “okunan Arapça bir duaya eşlik etmek” dahi insanların suçlanarak “eğitim kamplarına” gönderilmesine gerekçe olabiliyor.
Radikallikle Mücadele İddiası
Çin yönetimi, Doğu Türkistan’daki uygulamalarını, uluslararası alanda meşruiyet kazanmak için “radikallikle mücadele”, “aşırılıkla savaş” ve “terörü önleme” gibi başlıklar altında sunuyor. Rejime göre "radikallikten arınmanın"; alkol kullanmaya başlamak, kadın-erkek karışık dans etmek, tesettürü çıkarmak ve sakalı kesmek anlamına geldiği açıkça görülüyor. İçki satmayan bir esnaf veya mahremiyet hassasiyeti olan bir birey doğrudan "radikal" kategorisine sokuluyor.
Çin’in Doğu Türkistan’daki temel motivasyonu, İslâm inancı ile Uygur Türk kimliğinin birleşmesinden doğan "kontrol edilemez enerji" ve direniş ruhudur.
Çin, Uygur kimliğindeki "Türklük" unsuru ile İslâm’ın birleşmesinden ortaya çıkacak enerjinin, Pekin yönetimi için bir tehdit oluşturduğunu biliyor. Bu nedenle rejim, söz konusu iki unsuru birbirinden ayırmayı; Uygurları yalnızca yemek, dans ve müzikten ibaret bir folklor malzemesine indirgemeyi hedefliyor. Uygurları fiziksel olarak ortadan kaldırmaktan ziyade onları zihinsel ve ruhsal olarak dönüştürmeye çalışıyor. Nihai hedef ise “sadık bir Çin vatandaşı” inşa edebilmek adına, İslâm’ı yabancı ve hastalıklı bir unsur gibi sunmak ve onu Uygur kimliğinin içinden söküp atmak.
Sinizasyon (Çinlileştirme) Politikası ve Mimarinin Dönüştürülmesi
Çin yönetimi, İslâm’ın Uygurların “otantik” dini olmadığını; bu inancın sonradan Araplar tarafından —özellikle Emeviler dönemi vurgusuyla— bölgeye empoze edilmiş “yabancı” bir unsur olduğunu ileri sürüyor. Bu iddia, sahada yürütülen geniş çaplı bir dönüşüm politikasının da ideolojik zeminini oluşturuyor. Bu politikanın en görünür adımlarından biri, cami mimarisi üzerinden atılıyor.
Bölgede İslâmî mimarinin en belirgin sembolleri olan kubbe ve minarelerin sistematik biçimde yıkıldığına şahit oluyoruz. Yıkılan bu sembollerin yerine ise geleneksel Çin mimarisini çağrıştıran, pagoda tarzı çatı ve eklentiler inşa ediliyor; camilerin İslâmî kimliği bilinçli bir şekilde silinerek bambaşka bir forma sokuluyor. Bununla da yetinilmeyip; camilerin iç ve dış cephelerinde yer alan Arapça kitabeler, levhalar, ayetler ve Kelime-i Tevhid gibi semboller tamamen sökülüyor.
Uygurların dinî ve kültürel asimilasyonunu hızlandırmak amacıyla Han Çinlileriyle evlilikler açık biçimde teşvik ediliyor. Bu evlilikleri özendirmek için maddi destekler, kredi kolaylıkları ve doğacak çocuklara üniversiteye girişte öncelik gibi vaatler sunuluyor. Medyada bu uygulamalar “sosyal uyum” ve “etnik zenginlik” gibi modern ve olumlu kavramlarla pazarlansa da, sahada bunun ağır bir korku iklimi ürettiği açıkça hissediliyor. Uygur erkeklerin toplama kamplarına götürülmesi ya da zorla çalıştırılması sonucu kadınlar savunmasız bırakılıyor. Bir Uygur kadının Çinli bir erkeğin evlilik teklifini reddetmesi “aşırılık” olarak değerlendirilerek doğrudan toplama kampına götürülme gerekçesi hâline gelebiliyor. Aynı kontrol ve cezalandırma mekanizması, Uygurların ekonomik alanda da sistematik biçimde sömürülmesinin önünü açıyor. Uygurlar, küresel tekstil piyasası için pamuk üretiminde son derece düşük ücretlerle, hatta kimi zaman karşılıksız çalıştırılan bir iş gücü olarak kullanılıyor.
Doğu Türkistan, bir coğrafyanın yalnızca fiziksel olarak değil; inanç, hafıza ve kimlik düzeyinde sistemli biçimde dönüştürülme çabalarının çağımızdaki en katı örneklerinden birisi. Bu mesele, ideolojik kamplaşmaların ya da jeopolitik hesapların ötesinde, hakikatle yüzleşme cesareti gerektiren insanî ve ahlâki bir sınav olarak karşımızda duruyor.
Bu Sayfada:
title
title
title
İlginizi çekebilir
İlginizi çekebilir
İlginizi çekebilir







