İsrail Neden Zayıf Bir Suriye İstiyor?
İsrail Neden Zayıf Bir Suriye İstiyor?
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Rakipoğlu



Giriş
2024 yılının son ayında Suriye’deki silahlı muhalifler tarafından başlatılan Düşmanı Caydırma Operasyonu başarı ile sonuçlandı. 13 yıl süren devrimin Suriye’de bir rejim değişikliği ile taçlanmasının yanında bu süreç Ortadoğu jeopolitiğinde yeni bir dönemi başlattı. Aksa Tufanı operasyonu ile başlayan bu dönüşüm süreci, 8 Aralık 2024’te Beşar Esed rejiminin devrilmesiyle devam etti ve Suriye devrimi sadece sıradan bir lider değişiminin ötesinde olmakla kalmadı; aynı zamanda bölgesel güç dengelerini kökten değiştirdi. Bu gelişme İran’ın Suriye’de yıllar içinde kurduğu nüfuz ağını zayıflatırken, İsrail’in güvenlik anlayışında da ‘ani bir kırılma’ yarattı. Tel Aviv, on yıllardır “tanıdık düşman” olarak gördüğü Esed yönetimini öngörülebilir bir tehdit olarak yönetmeye alışmıştı.
Ancak Suriye’de yeni bir yönetimin ortaya çıkması İsrail’de alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Nitekim bu yeni yönetim sadece sivil protestolar ve halkla değil aynı zamanda silahlı mücadele ile iktidara geldi ve İsrail bu beklenmedik değişimi potansiyel tehdit olarak kodladı.
Her ne kadar Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara İsrail’i tehdit eden herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınsa da İsrail, saldırganlığını hat safhaya çıkararak Suriye’nin muhtelif bölgelerini bombaladı. Bu anlamda Suriye’de ortaya çıkan yeni güç dengeleri karşısında İsrail’in saldırganlığının arka planı merak konusu haline geldi. Suriye’nin zayıflamasına ve istikrarsızlaşmasına matuf İsrail’in zayıf Suriye stratejisi birçok açıdan ele alınabilir.
İsrail’in Güvenlik Paradigması ve Zayıf Suriye Tercihi
İsrail’in Suriye politikasının temelinde, güçlü bir merkezi otoriteye sahip bir Şam yönetiminin İsrail’in çıkarlarına aykırı olduğu inancı yatmaktadır. Tel Aviv’deki işgalci Siyonist yönetim, güvenlik doktrini açısından merkezi ve güçlü bir Suriye’yi uzun vadede bölgesel bir tehdit olarak görmektedir. Esed rejimi döneminde bile İsrail, Suriye ile arasında fiili bir denge durumunu korumayı tercih etmiş, Golan Tepeleri’ndeki statükoyu uzun süre muhafaza edebilmiştir. Esed rejimi düşmeden önce iki ülke arasındaki sınır hattı görece sakindi ve 1974’te varılan ateşkes anlaşmasıyla belirlenen tampon bölge korunuyordu. Esed yönetimi her ne kadar İsrail’e resmi olarak hasım olsa da İsrail açısından öngörülebilir bir düşmandı; Tel Aviv beklenmedik sürprizler yerine statükoyu tercih ediyordu. Fakat, Esed rejiminin devrilmesi ve Suriye’de yeni bir sayfa açılması, İsrail’in bu alışılmış güvenlik paradigmasını altüst etti. İsrail, yeni dönemde beliren belirsizlikleri kendi güvenliği için büyük risk olarak algıladı. Özellikle yeni Suriye yönetiminin ideolojik arka planı, silahlı mücadele geçmişi ve bölgesel ittifak tercihlerinin (özellikle Türkiye-Katar ile yakın ilişkiler kurması), Tel Aviv’i en kötü senaryoya hazırlıklı olmaya itti.
İsrail karar alıcılarına göre güçlü ve merkezi bir Suriye, ileride Golan Tepeleri’nin geri alınması için askeri maceraya girişebilir, Filistin davasına daha aktif destek verebilir veya bölgesel anlamda yeniden stratejik bir iş birliğine giderek İsrail’i iki cephede sıkıştırabilir.
Bu yüzden, İsrail’in stratejik tercihi zayıf bir Suriye’den yanadır. Diğer bir ifade ile Siyonist rejim, Şam’da otoritenin tam olarak sağlanamadığı, ordusu güçsüz, karar alma kapasitesi sınırlı ve dış desteğe muhtaç bir komşu görmek istemektedir.
İsrail Başbakanı, Binyamin Netanyahu ve ekibi, Suriye’de devrimin başarıya ulaşmasıyla oluşan yeni yönetimin hızla ülke çapında kontrol sağlamasından endişe duymaktadır. Ahmed Şara liderliğinde kurulan geçiş hükümetinin toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmeye başlaması, çeşitli grupları (örneğin Kürt ve Dürzi unsurlar) devlet yapısına entegre etme yönünde adımlar atması ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin bu yönetimi desteklemesi İsrail’in çıkarlarına aykırı görülmektedir. Bundan ötürü işgalci rejim, Suriye’de istikrar ve güçlü merkezi otoriteyi kendi güvenliği için potansiyel bir tehdit olarak kodlamıştır. Kısacası İsrail, istikrarlı ve güçlü bir Suriye yerine parçalı ve zayıf bir Suriye’yi tercih etmektedir. Bu tercih, “böl ve yönet” mantığıyla ülkenin etnik-mezhepsel fay hatlarını kaşıyarak kontrol edilebilir bir Suriye yaratma arzusunu yansıtmaktadır.
İsrail’in zayıf Suriye vizyonunun bir diğer gerekçesi de İran ve Hizbullah gibi ‘düşman aktörlerin’ etkisini sınırlamak istemesidir. Esed rejimi, İran için Lübnan Hizbullah’ına silah sevkiyatı ve İsrail’e karşı ileri karakol rolü görüyordu. Yeni Suriye yönetimi İran’a mesafe koymuş olsa da Şam’ın yeterince güçlenememesi halinde İran’ın yeniden nüfuz kurma ihtimali İsrail’i rahatsız ediyor. Tel Aviv, Suriye’nin kırılgan kalmasıyla hem İran’ın burada tekrar kök salmasını engelleyeceğini hem de Lübnan’daki Hizbullah’ın lojistik koridorunu kapalı tutabileceğini hesaplıyor. Zayıf Suriye hem İran hem İsrail’in lehine bir durum oluştururken, İsrail bu zayıflığı kendi çıkarına kontrol etme çabasındadır. Dolayısıyla zayıf Suriye, İsrail için İran tehdidinin de kontrol altında tutulması demektir.
Ayrıca, Türkiye faktörü de İsrail’in hesaplarında önemli yer tutmaktadır. Ankara hükümeti, Suriye’de barış ve bütünleşmeyi savunarak yeni Şam yönetimine yoğun destek veriyor. Türkiye’nin amacı, güney sınırında güvenli ve istikrarlı bir komşu oluşması, Suriyeli mültecilerin evlerine dönebileceği bir ortam sağlanması ve terör örgütlerinin (özellikle PKK/YPG’nin) temizlenmesi. Bu doğrultuda Türkiye, Suriye ordusunun yeniden inşasına katkı sağlıyor ve ortak askerî harekâtlar yürütüyor. İsrail ise Türkiye’nin bu nüfuzundan ve Suriye’de artan varlığından rahatsız. Zira istikrarlı bir Suriye, Türkiye’nin bölgede elini güçlendirecek ve İsrail’in hareket alanını daraltacak bir gelişme olarak görülmektedir. Tel Aviv, Suriye’nin parçalanmasının aynı zamanda Türkiye’nin etkinliğini de sınırlayacağını öngörmektedir. Bu nedenle İsrail, Suriye politikasını Ankara’nın çıkarlarına aykırı bir eksende konumlandırmaktan çekinmiyor.
Özetle İsrail’in zayıf Suriye ısrarının arkasında bir dizi stratejik gerekçe bulunmaktadır: Kendi ulusal güvenliğini garanti altına almak, gelecekte ortaya çıkabilecek konvansiyonel bir Arap tehdidini önlemek, İran-Hizbullah eksenini Suriye’den tamamen dışlamak ve Türkiye gibi bölgesel rakiplerin manevra sahasını daraltmak. İsrail’in bu hedefler doğrultusunda Suriye’yi zayıflatmak için başvurduğu birçok yöntem ve araçtan bahsedilebilir.
İsrail’in Suriye’yi Zayıflatmak İçin Kullandığı Araçlar
İsrail, Suriye’yi zayıf tutma stratejisini hayata geçirmek için hem askeri güç kullanmakta hem de diplomatik ve örtülü yöntemlere başvurmaktadır. Tel Aviv, sahadaki fiili adımlarını uluslararası alandaki girişimlerle destekleyerek çok boyutlu bir istikrarsızlaştırma politikası yürütüyor. Bu stratejinin ilk ayağı Suriye’de yoğun biçimde askeri saldırılar icra etmektir. İsrail, Suriye’de rejim değişikliğinin hemen ardından hızlı ve kapsamlı bir askerî saldırılar sürecine girişti. 2024 sonundan itibaren birkaç gün içerisinde yüzlerce hava saldırısı düzenleyerek Suriye’nin yeni yönetimine ait askeri varlıkları hedef aldı. İki yıl içerisinde İsrail’in Suriye topraklarına gerçekleştirdiği hava saldırılarının sayısı bine yaklaştı. Bu saldırılar sonucu Suriye’nin radar istasyonları, hava üsleri, mühimmat depoları, bilimsel araştırma merkezleri ve istihbarat tesislerinin büyük bölümü imha edildi; hatta Suriye donanmasının neredeyse tamamen kullanılamaz hale geldiği rapor edilmiştir. İsrail bu saldırılarla, yeni Suriye devletinin savunma kabiliyetini doğmadan yok etmeyi amaçlamaktadır. Sürekli hava tehdidi altında kalan Şam yönetimi, egemenlik hakkını kullanamaz duruma getirilmek istenmektedir.
Ayrıca İsrail savaş uçakları Suriye’nin güneyinde istediği zaman operasyon yaparak psikolojik bir üstünlük kurmaya çalışmaktadır. Bu yoğun askeri baskı, Suriye halkına da “devletiniz sizi koruyamaz” mesajı vererek yeni yönetime yönelik güveni sarsmayı hedefleyen bir psikolojik yıpratma stratejisinin parçasıdır.
İkinci olarak İsrail rejimi Suriye’ye ait bazı toprakları kontrol etmeye ve tampon bölgelerdeki işgali genişletmeye başlamıştır. Bu anlamda İsrail sadece havadan saldırmakla kalmadı, aynı zamanda Suriye topraklarında fiili kontrol alanları oluşturmaya başladı. Özellikle güneyde, Golan Tepeleri çevresinde 1974’te belirlenmiş silahtan arındırılmış tampon bölgenin dışına çıkarak işgali genişletti. İsrail Başbakanı Netanyahu, 1974 tarihli ateşkes ve kuvvet ayrıştırma anlaşmasının “çöktüğünü” iddia ederek Suriye sınırındaki statükoyu tanımadığını ilan etti. Bu kapsamda İsrail kuvvetleri Kuneytra ve Süveyda illerine doğru bazı köy ve kasabalara girdi. Örneğin, Kuneytra yakınlarında Marriye ve Kodana gibi yerleşimlerin İsrail denetimine geçtiği bildirilmiştir. İsrail ordusu, Golan’ın bitişiğindeki bu kritik bölgelerde “güvenlik koridoru” adı altında kalıcı bir askeri varlık gösteriyor. Bu tampon bölgeler, Suriye’nin güneyinde yeni yönetimin egemenlik kurmasını engelleyen bir duvar işlevi görüyor. Tel Aviv, Şam’ın ileride buralarda tam kontrol sağlamasını önlemek için ani fiili durumlar yaratıyor ve sınır hattını pratikte kendi lehine yeniden çiziyor.
Üçüncü olarak İsrail Suriye’de bazı azınlık grupları vekil aktör olarak kullanmaktadır. Diğer bir ifade ile İsrail’in Suriye’yi zayıflatma stratejisinin en dikkat çekici boyutlarından biri, ülkenin etnik ve mezhepsel çeşitliliğini kendi lehine kullanma çabasıdır. Tel Aviv, Suriye’de merkezi otoriteyi zayıflatmak için Dürziler, Kürtler ve hatta Nusayri (Arap Alevi) topluluklar gibi gruplarla taktiksel ittifaklar geliştiriyor. Bu yaklaşım, İsrail’in tarihsel “azınlıklarla ittifak” doktrininin güncellenmiş bir versiyonu olarak görülebilir. Özellikle güneydeki Süveyda ilinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Dürzi toplumu, bu politikanın hem aracı hem de hedefi haline gelmiştir. İsrail, Süveyda’da kendisini Dürzi azınlığın hamisi konumuna sokarak buradaki ayrılıkçı eğilimleri desteklemeye çalışıyor. Dürzi ruhani liderlerinden Şeyh Hikmet el-Hicri ve etrafında toplanan silahlı unsurlar, İsrail’le dolaylı temaslar kurarak Şam’daki merkezi yönetime karşı mesafeli bir tutum benimsediler.
2025 yılı içinde Süveyda’da ortaya çıkan “Askeri Konsey” adlı Dürzi milis yapılanması, Tel Aviv’in örtülü desteği sayesinde güçlendi ve bölgede Şam otoritesine meydan okur hale geldi. Bu yapı, kendini Dürzi halkını koruyan yerel bir güç olarak lanse etse de Şam yönetimi ve çoğu Suriyeli tarafından İsrail güdümlü bir vekil aktör olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Süveyda’da İsrail yanlısı çizgide hareket eden milisler ile merkezi ordu arasında zaman zaman gerginlikler ve çatışmalar yaşanıyor.
Benzer şekilde, İsrail kuzeydoğu Suriye’de faaliyet gösteren PKK/YPG unsurlarını da dolaylı olarak denklemde tutmaya çalışıyor. ABD’nin desteğiyle bölgede özerklik arayışında olan bu terör oluşumları, Şam’ın ülke genelinde tam egemenlik kurmasını zorlaştıran faktörlerden biri olarak görülebilir. İsrail, Washington üzerinden Kürt güçlerine verilen desteğin sürmesini teşvik ederek Suriye’nin bütünlüğünün tam anlamıyla sağlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Ayrıca DEAŞ gibi radikal örgütlerin zaman zaman Suriye’de yeniden boy göstermesi de Tel Aviv için çok rahatsız edici bir durum değildir; zira bu tür kaos unsurları yeni yönetimi sürekli bir güvenlik tehdidiyle uğraştırarak enerjisini tüketmektedir. Özetle, İsrail azınlık gruplarını kışkırtıp silahlandırarak Suriye içinde bir “içeriden çökertme” mekanizması işletmeye çalışmaktadır. Bu durum, Suriye toplumundaki fay hatlarını derinleştirerek merkezi hükümetin ülkeye tam hakim olmasını geciktirmektedir.
Üçüncü olarak İsrail, Suriye’yi zayıflatmak için diplomatik ve ekonomik baskı politikaları hayata geçirmektedir. Tel Aviv’in saha dışında da Suriye’yi zayıflatmak için devreye soktuğu önemli araçlar bulunmaktadır. Bunların başında, uluslararası alanda yeni Suriye yönetimini tanınmaz kılma ve ekonomik açıdan boğma girişimleri gelmektedir. İsrail, özellikle Batı dünyasında yoğun bir lobi faaliyeti yürüterek Ahmed Şara liderliğindeki hükümetin meşruiyetini tartışmalı hale getirmeye çalışıyor. Washington ve Avrupa başkentlerinde “yeni Suriye radikal unsurların kontrolünde, güvenilmez bir yapıdır” söylemi yayılarak diplomatik izolasyon uygulanması hedefleniyor. Bu lobinin etkisiyle, Suriye’deki yeni yönetime şu ana dek temkinli yaklaşan ve resmen tanımayan ülkeler bulunmaktadır. Dahası, ülkenin hayati ihtiyacı olan yeniden imar fonlarının ve yabancı yatırımların engellenmesi için de İsrail perde arkasında girişimlerde bulunuyor. Süregelen ABD ve AB yaptırımlarının kaldırılmasına yönelik tartışmalar, İsrail yanlısı çevrelerin baskısıyla sonuçsuz kalıyor. Böylece Şam’ın ekonomik olarak güçlenmesinin önüne geçilerek zayıf kalması sağlanmak isteniyor. Ekonomik darboğaz içindeki bir Suriye, halkına yeterli hizmet götüremeyen ve ordusunu-modernizasyonunu yapamayan bir Suriye demektir. Bu durum da doğrudan İsrail’in arzuladığı zafiyet halini pekiştirmektedir.
Dördüncü olarak İsrail, Suriye yönetimi hakkında kara propaganda, dezenformasyon ve meşruiyetini zayıflatmak adına politikalar gütmektedir. Dolayısıyla İsrail’in Suriye’yi zayıflatmaya yönelik uyguladığı bir diğer strateji de algı yönetimi ve kimlik mühendisliğidir. Uluslararası medya ve kamuoyu nezdinde yeni Suriye yönetimi hakkında şüphe yaratmak, İsrail’in önemli hedeflerinden biridir. Özellikle terörle mücadele söylemini kullanarak, “Suriye’deki stratejik silahların aşırılık yanlısı grupların eline geçmesini önleme” iddiasıyla yaptıkları operasyonları meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Örneğin İsrail Dışişleri yetkilileri, düzenledikleri hava saldırılarını “teröristlerin eline geçebilecek kimyasal silah ve uzun menzilli füze depolarını proaktif olarak imha ediyoruz” şeklinde dünyaya duyurdu. Bu söylem, İsrail’i savunmada hareket eden makul aktör olarak lanse etme çabasının parçasıdır. Aynı zamanda Suriye içinde de bazı azınlık gruplara “koruyucu” rolü üstlenerek kendini meşru göstermeye çalışmaktadır. Dürzi toplumuna ve diğer gruplara yönelik propagandasında, İsrail’in bölgedeki varlığını insani yardım ve koruma amacıyla sürdürdüğü ileri sürülmektedir. Fakat bu bilgi savaşı her zaman İsrail lehine sonuç vermiyor. Suriye içinde geniş kesimler İsrail’i açık bir işgalci ve kaos yayıcı güç olarak gördüğünden, Tel Aviv’in propaganda hamleleri ters tepebiliyor. Nitekim Süveyda’daki Dürzi kitle gösterilerinde İsrail karşıtı sloganlar atılması, yerel halkın bir kısmının Tel Aviv’in gerçek niyetini kavradığına işaret ediyor. Uzun vadede, İsrail’in bu tarz psikolojik harp yöntemleri Suriye milliyetçiliğini bile güçlendirebilir ve zayıf düşürmek istediği ülkede aksine bir direnç ruhu uyandırabilir.
Bütün bu politikalardan anlaşılacağı üzere, İsrail askeri şiddetten diplomatik manevralara kadar geniş bir yelpazede Suriye’nin toparlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu strateji, kısa vadede Suriye’yi savunmasız bırakma ve yeni yönetimi köşeye sıkıştırma hedefinde kısmen başarılı olsa da sürdürülebilir bir politika olmadığı aşikardır. Zira sahadaki ve bölgedeki diğer aktörler, İsrail’in bu planına tepki vermeye ve dengelemeye başlamıştır. Sadece Türkiye, Katar gibi devrim yanlısı aktörler değil aynı zamanda ABD başkanı Donald Trump dahi birçok Batılı aktör İsrail saldırganlığına rağmen yeni Suriye yönetimini kabullenmiş, İsrail’in saldırganlığına karşı Suriye’nin istikrara kavuşması yönünde diplomatik, ekonomik ve askeri adımlar atmıştır.
Bölgesel Dengeler: İsrail’in Planı ve Türkiye’nin Tutumu
İsrail’in zayıf Suriye stratejisi, bölgedeki diğer önemli aktörlerin çıkarlarıyla çatıştığı için Suriye meselesi bir bölgesel güç mücadelesine dönüşmüş durumdadır. Bu tabloda özellikle Türkiye’nin tutumu dikkat çekmektedir. Ankara, Suriye’de İsrail’in arzuladığı türden kalıcı bir kaosun oluşmasına karşı çıkmaktadır. Nitekim Türkiye, Suriye’de yaşanan dönüşümde en belirgin karşı denge unsuru olarak öne çıkıyor. Ankara, hemen sınırının yanı başındaki komşusunun toprak bütünlüğünü ve siyasi istikrarını bir ulusal güvenlik önceliği olarak tanımlamıştır. Bu nedenle, Esed sonrası dönemde Suriye’de kurulan yeni yönetime aktif destek vermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki hükümet, Suriye’de kalıcı barış ve düzen için hem diplomatik hem de askeri adımlar attı. Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye ordusuyla koordinasyon halinde terörle mücadele operasyonları yürütmekte; istihbarat paylaşımı ve eğitim desteği sağlamaktadır. Ayrıca Türkiye, Suriye’nin yeniden imarı ve mültecilerin geri dönüşü konularında da uluslararası platformda öncü rol üstlenmektedir. Bu durum İsrail’in planlarını zora sokan en önemli faktörlerden biridir. Zira Türkiye’nin desteği, yeni Şam yönetiminin hem sahada güç kazanmasına hem de uluslararası meşruiyet elde etmesine katkı yapıyor.
İsrail ile Türkiye bu nedenle Suriye üzerinde dolaylı bir bilek güreşi içerisindedir. İsrail, Türkiye’nin Suriye’deki etkinliğini kırmak için zaman zaman doğrudan hasmane eylemlere de başvurmuştur. Örneğin, basına yansıyan haberlere göre Türkiye’nin Suriye’de kullanacağı bazı askeri üsler ve tesisler İsrail hava saldırılarının hedefi oldu. 2025 yılı başlarında Türkiye’nin Halep yakınlarındaki Minak Hava Üssü ile Humus çölündeki Palmira (Tedmur) çevresine ve T4 olarak bilinen askeri üsse konuşlanacağı iddiaları ortaya çıkınca, İsrail jetleri uluslararası hukuka aykırı şekilde bu bölgeleri bombaladı. Yine İsrail medyasında Türkiye, “Neo-Osmanlı yayılmacılığı” ile suçlanarak bölgeyi ilhak etmeye çalışmakla itham edildi. Karşılıklı diplomatik atışmalar da hız kazandı: Tel Aviv hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Suriye’yi karıştırmakla eleştirirken; Ankara tarafı da açıkça İsrail’i Ortadoğu’nun barış ve güvenliği için en büyük tehdit olarak niteledi. Nitekim Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 2025 yazında yaptığı bir açıklamada İsrail’in bölgeyi istikrarsızlaştıran saldırgan politikaları çok sert ifadelerle kınandı. Bu gelişmeler, İsrail’in Suriye politikasının yalnız Suriye-İsrail ilişkilerini değil, Türkiye-İsrail hattında da ciddi bir gerilim yarattığını göstermektedir.
Uluslararası toplumda Suriye’nin yeniden istikrara kavuşmasını destekleyen ve İsrail’in aşırı agresif hamlelerine set çekmek isteyen bazı güçler de mevcuttur. Özellikle ABD’nin tutumu burada kritik görülmektedir. Washington yönetimi hem İsrail’in hem de Türkiye’nin müttefiki konumunda olduğundan, iki taraf arasındaki gerilimi yönetmeye çalışıyor. ABD Başkanı Donald Trump, 2025 yılında Netanyahu ile yaptığı bir görüşmede İsrail’e, Türkiye’yi bölgede “kritik bir ortak” olarak görmeleri gerektiğini ve Suriye konusunda daha temkinli olmalarını telkin etti. Bu, ABD’nin İsrail’e Suriye’de frene basması yönünde bir uyarısı olarak değerlendirildi. Nitekim 2025 sonunda Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde gerçekleştirilen çok taraflı görüşmelerde, Gazze’deki ateşkes anlaşmasına paralel olarak Suriye’de de benzer bir tansiyon düşürme mekanizması aranması gündeme geldi. Amerika, İsrail’e Suriye’nin güneyinde daha fazla ileri gitmemesi konusunda diplomatik baskı uyguluyor; zira bölgede İsrail ile yeni bir çatışmanın ortaya çıkmasını hiçbir aktör arzulamamaktadır. Bununla birlikte, Washington’un Tel Aviv üzerindeki nüfuzu sınırlı kaldığından, İsrail-Suriye bağlamında henüz kapsamlı bir uzlaşma sağlanamamıştır.
Diğer yandan, Rusya da Suriye’nin bütünlüğünü koruma hedefinde dolaylı bir aktör olarak konumlandırılabilir. Kremlin, yeni Suriye yönetimiyle seviyeli de olsa bir ilişki kurdu ve ülkedeki askeri varlığını (özellikle Tartus deniz üssü ve Hmeymim hava üssü) sürdürerek denge unsuru olmayı planlıyor. Hatta basına yansıyan bazı haberlere göre Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, Ekim 2025’te Moskova’yı ziyaretinde Putin’den Suriye’nin güneyine Rus askeri polis güçleri konuşlandırmasını rica etti. Bu talebin ardında, İsrail’in sınırsız harekât kabiliyetini kısıtlayacak uluslararası bir caydırıcılık oluşturma isteği yatıyor. Eğer Rusya sınıra bir güç yerleştirirse, İsrail’in gelişigüzel saldırıları zorlaşabilir. Bu da Şam’ın “zayıf kalmama” çabasının bir parçası olarak okunabilir. Diğer bir ifade ile yeni Suriye yönetimi, İsrail’in zayıflatma hamlelerine karşı hem bölgesel (Türkiye ile iş birliği gibi) hem de küresel aktörlerin desteğini almaya çalışarak cevap veriyor.
Sonuç
İsrail’in “zayıf Suriye” stratejisi, kendi ulusal güvenlik hesapları çerçevesinde kısa vadede rasyonel görülebilir. Tel Aviv, geçmiş tecrübelerinden hareketle, güçlü Arap komşular yerine parçalanmış ve iç sorunlarıyla boğuşan komşuların varlığını tercih etmektedir. Güçsüz bir Suriye; ne Golan Tepeleri’ni geri talep edebilecek cesareti bulabilir, ne Lübnan’daki Hizbullah’a açık destek verebilir, ne de Filistin meselesinde İsrail’e karşı etkili bir cephe oluşturabilir. Ayrıca, Suriye’nin parçalı kalması İsrail’in bölgede askerî üstünlüğünü pekiştirir ve gerektiğinde komşu topraklara operasyon yapmasını kolaylaştırır. Tüm bu nedenlerle İsrail, Suriye’nin yeniden egemen, birleşik ve güçlü bir devlet haline gelmemesi gerektiğini bir kırmızı çizgi olarak benimsemiştir.
Ancak bu stratejinin bir takım bedelleri ve riskleri de içerisinde barındırmaktadır. İsrail’in istikrarsızlık yaratan adımları, bölgedeki çatışma dinamiklerini derinleştirmekte ve yeni husumet cepheleri doğurmaktadır. Özellikle Türkiye ile İsrail’i Suriye sahasında karşı karşıya getiren gerilim, iki ülke arasındaki ilişkileri tarihsel olarak çok düşük seviyeye çekmiştir. Türkiye’nin Suriye’de barış ve düzen konusundaki ısrarı, İsrail’in kaos stratejisiyle taban tabana zıttır. Bu zıt yaklaşım, Suriye topraklarını bir bölgesel satranç tahtası haline getirmiştir. Sonuçta, İsrail’in Suriye’yi zayıflatma çabaları sadece Şam’ı değil, Ankara’yı da hedef alan geniş kapsamlı bir jeopolitik hamleye dönüşmüştür.
İsrail’in politikaları Suriye’yi kısa vadede köşeye sıkıştırsa da uzun vadede kesin bir başarı garantisi vermiyor. Suriye halkı ve yeni yönetimi, dış müdahalelere rağmen ülkeyi yeniden ayağa kaldırma iradesini koruyor. Dürzi, Kürt veya Sünni fark etmeksizin çoğu Suriyeli aktör, ülkenin bölünmesine ve sürekli kaos içinde kalmasına sıcak bakmıyor. Nitekim Şam hükümeti, farklı grupları siyasal sisteme entegre ederek ulusal birlik zemini yaratmaya çalışıyor. Böyle bir iç bütünleşme sağlanabildiği takdirde, İsrail’in azınlıklar üzerinden oynadığı kartlar boşa çıkabilir. Aynı zamanda uluslararası baskılar sonucunda İsrail’in Suriye’deki hareket alanı daralırsa, Tel Aviv’in sınırsız askeri müdahale stratejisi de gözden geçirmek zorunda kalabilir.
Son tahlilde, “İsrail neden zayıf bir Suriye istiyor?” sorusu, Ortadoğu’daki güç mücadelesinin temel dinamiklerini ortaya koymaktadır. İsrail, kendi güvenliğini maksimize etmek uğruna komşusunun zayıf kalmasını arzulayan bir strateji izliyor. Bu strateji, bölgedeki diğer aktörler tarafından meydan okumalarla karşılaştığı için de sürdürülebilirliği belirsiz bir seyir izliyor. Suriye’nin geleceği, İsrail’in zayıflatma çabaları ile Suriye halkının ve müttefiklerinin direnme çabası arasında şekilleniyor. Eğer Suriye ulusal bütünlüğünü koruyup yeniden güçlenebilirse, İsrail’in hesapları boşa düşebilir ve bölge daha dengeli bir istikrar ortamına kavuşabilir. Aksi takdirde, İsrail’in zayıf Suriye ısrarı Ortadoğu’da kalıcı bir dengesizlik ve gerilim durumu yaratmaya devam edebilir ve bu durum da sadece Suriye’yi değil tüm bölgeyi etkileyen sonuçlar doğurabilir.
Giriş
2024 yılının son ayında Suriye’deki silahlı muhalifler tarafından başlatılan Düşmanı Caydırma Operasyonu başarı ile sonuçlandı. 13 yıl süren devrimin Suriye’de bir rejim değişikliği ile taçlanmasının yanında bu süreç Ortadoğu jeopolitiğinde yeni bir dönemi başlattı. Aksa Tufanı operasyonu ile başlayan bu dönüşüm süreci, 8 Aralık 2024’te Beşar Esed rejiminin devrilmesiyle devam etti ve Suriye devrimi sadece sıradan bir lider değişiminin ötesinde olmakla kalmadı; aynı zamanda bölgesel güç dengelerini kökten değiştirdi. Bu gelişme İran’ın Suriye’de yıllar içinde kurduğu nüfuz ağını zayıflatırken, İsrail’in güvenlik anlayışında da ‘ani bir kırılma’ yarattı. Tel Aviv, on yıllardır “tanıdık düşman” olarak gördüğü Esed yönetimini öngörülebilir bir tehdit olarak yönetmeye alışmıştı.
Ancak Suriye’de yeni bir yönetimin ortaya çıkması İsrail’de alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Nitekim bu yeni yönetim sadece sivil protestolar ve halkla değil aynı zamanda silahlı mücadele ile iktidara geldi ve İsrail bu beklenmedik değişimi potansiyel tehdit olarak kodladı.
Her ne kadar Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara İsrail’i tehdit eden herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınsa da İsrail, saldırganlığını hat safhaya çıkararak Suriye’nin muhtelif bölgelerini bombaladı. Bu anlamda Suriye’de ortaya çıkan yeni güç dengeleri karşısında İsrail’in saldırganlığının arka planı merak konusu haline geldi. Suriye’nin zayıflamasına ve istikrarsızlaşmasına matuf İsrail’in zayıf Suriye stratejisi birçok açıdan ele alınabilir.
İsrail’in Güvenlik Paradigması ve Zayıf Suriye Tercihi
İsrail’in Suriye politikasının temelinde, güçlü bir merkezi otoriteye sahip bir Şam yönetiminin İsrail’in çıkarlarına aykırı olduğu inancı yatmaktadır. Tel Aviv’deki işgalci Siyonist yönetim, güvenlik doktrini açısından merkezi ve güçlü bir Suriye’yi uzun vadede bölgesel bir tehdit olarak görmektedir. Esed rejimi döneminde bile İsrail, Suriye ile arasında fiili bir denge durumunu korumayı tercih etmiş, Golan Tepeleri’ndeki statükoyu uzun süre muhafaza edebilmiştir. Esed rejimi düşmeden önce iki ülke arasındaki sınır hattı görece sakindi ve 1974’te varılan ateşkes anlaşmasıyla belirlenen tampon bölge korunuyordu. Esed yönetimi her ne kadar İsrail’e resmi olarak hasım olsa da İsrail açısından öngörülebilir bir düşmandı; Tel Aviv beklenmedik sürprizler yerine statükoyu tercih ediyordu. Fakat, Esed rejiminin devrilmesi ve Suriye’de yeni bir sayfa açılması, İsrail’in bu alışılmış güvenlik paradigmasını altüst etti. İsrail, yeni dönemde beliren belirsizlikleri kendi güvenliği için büyük risk olarak algıladı. Özellikle yeni Suriye yönetiminin ideolojik arka planı, silahlı mücadele geçmişi ve bölgesel ittifak tercihlerinin (özellikle Türkiye-Katar ile yakın ilişkiler kurması), Tel Aviv’i en kötü senaryoya hazırlıklı olmaya itti.
İsrail karar alıcılarına göre güçlü ve merkezi bir Suriye, ileride Golan Tepeleri’nin geri alınması için askeri maceraya girişebilir, Filistin davasına daha aktif destek verebilir veya bölgesel anlamda yeniden stratejik bir iş birliğine giderek İsrail’i iki cephede sıkıştırabilir.
Bu yüzden, İsrail’in stratejik tercihi zayıf bir Suriye’den yanadır. Diğer bir ifade ile Siyonist rejim, Şam’da otoritenin tam olarak sağlanamadığı, ordusu güçsüz, karar alma kapasitesi sınırlı ve dış desteğe muhtaç bir komşu görmek istemektedir.
İsrail Başbakanı, Binyamin Netanyahu ve ekibi, Suriye’de devrimin başarıya ulaşmasıyla oluşan yeni yönetimin hızla ülke çapında kontrol sağlamasından endişe duymaktadır. Ahmed Şara liderliğinde kurulan geçiş hükümetinin toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmeye başlaması, çeşitli grupları (örneğin Kürt ve Dürzi unsurlar) devlet yapısına entegre etme yönünde adımlar atması ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin bu yönetimi desteklemesi İsrail’in çıkarlarına aykırı görülmektedir. Bundan ötürü işgalci rejim, Suriye’de istikrar ve güçlü merkezi otoriteyi kendi güvenliği için potansiyel bir tehdit olarak kodlamıştır. Kısacası İsrail, istikrarlı ve güçlü bir Suriye yerine parçalı ve zayıf bir Suriye’yi tercih etmektedir. Bu tercih, “böl ve yönet” mantığıyla ülkenin etnik-mezhepsel fay hatlarını kaşıyarak kontrol edilebilir bir Suriye yaratma arzusunu yansıtmaktadır.
İsrail’in zayıf Suriye vizyonunun bir diğer gerekçesi de İran ve Hizbullah gibi ‘düşman aktörlerin’ etkisini sınırlamak istemesidir. Esed rejimi, İran için Lübnan Hizbullah’ına silah sevkiyatı ve İsrail’e karşı ileri karakol rolü görüyordu. Yeni Suriye yönetimi İran’a mesafe koymuş olsa da Şam’ın yeterince güçlenememesi halinde İran’ın yeniden nüfuz kurma ihtimali İsrail’i rahatsız ediyor. Tel Aviv, Suriye’nin kırılgan kalmasıyla hem İran’ın burada tekrar kök salmasını engelleyeceğini hem de Lübnan’daki Hizbullah’ın lojistik koridorunu kapalı tutabileceğini hesaplıyor. Zayıf Suriye hem İran hem İsrail’in lehine bir durum oluştururken, İsrail bu zayıflığı kendi çıkarına kontrol etme çabasındadır. Dolayısıyla zayıf Suriye, İsrail için İran tehdidinin de kontrol altında tutulması demektir.
Ayrıca, Türkiye faktörü de İsrail’in hesaplarında önemli yer tutmaktadır. Ankara hükümeti, Suriye’de barış ve bütünleşmeyi savunarak yeni Şam yönetimine yoğun destek veriyor. Türkiye’nin amacı, güney sınırında güvenli ve istikrarlı bir komşu oluşması, Suriyeli mültecilerin evlerine dönebileceği bir ortam sağlanması ve terör örgütlerinin (özellikle PKK/YPG’nin) temizlenmesi. Bu doğrultuda Türkiye, Suriye ordusunun yeniden inşasına katkı sağlıyor ve ortak askerî harekâtlar yürütüyor. İsrail ise Türkiye’nin bu nüfuzundan ve Suriye’de artan varlığından rahatsız. Zira istikrarlı bir Suriye, Türkiye’nin bölgede elini güçlendirecek ve İsrail’in hareket alanını daraltacak bir gelişme olarak görülmektedir. Tel Aviv, Suriye’nin parçalanmasının aynı zamanda Türkiye’nin etkinliğini de sınırlayacağını öngörmektedir. Bu nedenle İsrail, Suriye politikasını Ankara’nın çıkarlarına aykırı bir eksende konumlandırmaktan çekinmiyor.
Özetle İsrail’in zayıf Suriye ısrarının arkasında bir dizi stratejik gerekçe bulunmaktadır: Kendi ulusal güvenliğini garanti altına almak, gelecekte ortaya çıkabilecek konvansiyonel bir Arap tehdidini önlemek, İran-Hizbullah eksenini Suriye’den tamamen dışlamak ve Türkiye gibi bölgesel rakiplerin manevra sahasını daraltmak. İsrail’in bu hedefler doğrultusunda Suriye’yi zayıflatmak için başvurduğu birçok yöntem ve araçtan bahsedilebilir.
İsrail’in Suriye’yi Zayıflatmak İçin Kullandığı Araçlar
İsrail, Suriye’yi zayıf tutma stratejisini hayata geçirmek için hem askeri güç kullanmakta hem de diplomatik ve örtülü yöntemlere başvurmaktadır. Tel Aviv, sahadaki fiili adımlarını uluslararası alandaki girişimlerle destekleyerek çok boyutlu bir istikrarsızlaştırma politikası yürütüyor. Bu stratejinin ilk ayağı Suriye’de yoğun biçimde askeri saldırılar icra etmektir. İsrail, Suriye’de rejim değişikliğinin hemen ardından hızlı ve kapsamlı bir askerî saldırılar sürecine girişti. 2024 sonundan itibaren birkaç gün içerisinde yüzlerce hava saldırısı düzenleyerek Suriye’nin yeni yönetimine ait askeri varlıkları hedef aldı. İki yıl içerisinde İsrail’in Suriye topraklarına gerçekleştirdiği hava saldırılarının sayısı bine yaklaştı. Bu saldırılar sonucu Suriye’nin radar istasyonları, hava üsleri, mühimmat depoları, bilimsel araştırma merkezleri ve istihbarat tesislerinin büyük bölümü imha edildi; hatta Suriye donanmasının neredeyse tamamen kullanılamaz hale geldiği rapor edilmiştir. İsrail bu saldırılarla, yeni Suriye devletinin savunma kabiliyetini doğmadan yok etmeyi amaçlamaktadır. Sürekli hava tehdidi altında kalan Şam yönetimi, egemenlik hakkını kullanamaz duruma getirilmek istenmektedir.
Ayrıca İsrail savaş uçakları Suriye’nin güneyinde istediği zaman operasyon yaparak psikolojik bir üstünlük kurmaya çalışmaktadır. Bu yoğun askeri baskı, Suriye halkına da “devletiniz sizi koruyamaz” mesajı vererek yeni yönetime yönelik güveni sarsmayı hedefleyen bir psikolojik yıpratma stratejisinin parçasıdır.
İkinci olarak İsrail rejimi Suriye’ye ait bazı toprakları kontrol etmeye ve tampon bölgelerdeki işgali genişletmeye başlamıştır. Bu anlamda İsrail sadece havadan saldırmakla kalmadı, aynı zamanda Suriye topraklarında fiili kontrol alanları oluşturmaya başladı. Özellikle güneyde, Golan Tepeleri çevresinde 1974’te belirlenmiş silahtan arındırılmış tampon bölgenin dışına çıkarak işgali genişletti. İsrail Başbakanı Netanyahu, 1974 tarihli ateşkes ve kuvvet ayrıştırma anlaşmasının “çöktüğünü” iddia ederek Suriye sınırındaki statükoyu tanımadığını ilan etti. Bu kapsamda İsrail kuvvetleri Kuneytra ve Süveyda illerine doğru bazı köy ve kasabalara girdi. Örneğin, Kuneytra yakınlarında Marriye ve Kodana gibi yerleşimlerin İsrail denetimine geçtiği bildirilmiştir. İsrail ordusu, Golan’ın bitişiğindeki bu kritik bölgelerde “güvenlik koridoru” adı altında kalıcı bir askeri varlık gösteriyor. Bu tampon bölgeler, Suriye’nin güneyinde yeni yönetimin egemenlik kurmasını engelleyen bir duvar işlevi görüyor. Tel Aviv, Şam’ın ileride buralarda tam kontrol sağlamasını önlemek için ani fiili durumlar yaratıyor ve sınır hattını pratikte kendi lehine yeniden çiziyor.
Üçüncü olarak İsrail Suriye’de bazı azınlık grupları vekil aktör olarak kullanmaktadır. Diğer bir ifade ile İsrail’in Suriye’yi zayıflatma stratejisinin en dikkat çekici boyutlarından biri, ülkenin etnik ve mezhepsel çeşitliliğini kendi lehine kullanma çabasıdır. Tel Aviv, Suriye’de merkezi otoriteyi zayıflatmak için Dürziler, Kürtler ve hatta Nusayri (Arap Alevi) topluluklar gibi gruplarla taktiksel ittifaklar geliştiriyor. Bu yaklaşım, İsrail’in tarihsel “azınlıklarla ittifak” doktrininin güncellenmiş bir versiyonu olarak görülebilir. Özellikle güneydeki Süveyda ilinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Dürzi toplumu, bu politikanın hem aracı hem de hedefi haline gelmiştir. İsrail, Süveyda’da kendisini Dürzi azınlığın hamisi konumuna sokarak buradaki ayrılıkçı eğilimleri desteklemeye çalışıyor. Dürzi ruhani liderlerinden Şeyh Hikmet el-Hicri ve etrafında toplanan silahlı unsurlar, İsrail’le dolaylı temaslar kurarak Şam’daki merkezi yönetime karşı mesafeli bir tutum benimsediler.
2025 yılı içinde Süveyda’da ortaya çıkan “Askeri Konsey” adlı Dürzi milis yapılanması, Tel Aviv’in örtülü desteği sayesinde güçlendi ve bölgede Şam otoritesine meydan okur hale geldi. Bu yapı, kendini Dürzi halkını koruyan yerel bir güç olarak lanse etse de Şam yönetimi ve çoğu Suriyeli tarafından İsrail güdümlü bir vekil aktör olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Süveyda’da İsrail yanlısı çizgide hareket eden milisler ile merkezi ordu arasında zaman zaman gerginlikler ve çatışmalar yaşanıyor.
Benzer şekilde, İsrail kuzeydoğu Suriye’de faaliyet gösteren PKK/YPG unsurlarını da dolaylı olarak denklemde tutmaya çalışıyor. ABD’nin desteğiyle bölgede özerklik arayışında olan bu terör oluşumları, Şam’ın ülke genelinde tam egemenlik kurmasını zorlaştıran faktörlerden biri olarak görülebilir. İsrail, Washington üzerinden Kürt güçlerine verilen desteğin sürmesini teşvik ederek Suriye’nin bütünlüğünün tam anlamıyla sağlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Ayrıca DEAŞ gibi radikal örgütlerin zaman zaman Suriye’de yeniden boy göstermesi de Tel Aviv için çok rahatsız edici bir durum değildir; zira bu tür kaos unsurları yeni yönetimi sürekli bir güvenlik tehdidiyle uğraştırarak enerjisini tüketmektedir. Özetle, İsrail azınlık gruplarını kışkırtıp silahlandırarak Suriye içinde bir “içeriden çökertme” mekanizması işletmeye çalışmaktadır. Bu durum, Suriye toplumundaki fay hatlarını derinleştirerek merkezi hükümetin ülkeye tam hakim olmasını geciktirmektedir.
Üçüncü olarak İsrail, Suriye’yi zayıflatmak için diplomatik ve ekonomik baskı politikaları hayata geçirmektedir. Tel Aviv’in saha dışında da Suriye’yi zayıflatmak için devreye soktuğu önemli araçlar bulunmaktadır. Bunların başında, uluslararası alanda yeni Suriye yönetimini tanınmaz kılma ve ekonomik açıdan boğma girişimleri gelmektedir. İsrail, özellikle Batı dünyasında yoğun bir lobi faaliyeti yürüterek Ahmed Şara liderliğindeki hükümetin meşruiyetini tartışmalı hale getirmeye çalışıyor. Washington ve Avrupa başkentlerinde “yeni Suriye radikal unsurların kontrolünde, güvenilmez bir yapıdır” söylemi yayılarak diplomatik izolasyon uygulanması hedefleniyor. Bu lobinin etkisiyle, Suriye’deki yeni yönetime şu ana dek temkinli yaklaşan ve resmen tanımayan ülkeler bulunmaktadır. Dahası, ülkenin hayati ihtiyacı olan yeniden imar fonlarının ve yabancı yatırımların engellenmesi için de İsrail perde arkasında girişimlerde bulunuyor. Süregelen ABD ve AB yaptırımlarının kaldırılmasına yönelik tartışmalar, İsrail yanlısı çevrelerin baskısıyla sonuçsuz kalıyor. Böylece Şam’ın ekonomik olarak güçlenmesinin önüne geçilerek zayıf kalması sağlanmak isteniyor. Ekonomik darboğaz içindeki bir Suriye, halkına yeterli hizmet götüremeyen ve ordusunu-modernizasyonunu yapamayan bir Suriye demektir. Bu durum da doğrudan İsrail’in arzuladığı zafiyet halini pekiştirmektedir.
Dördüncü olarak İsrail, Suriye yönetimi hakkında kara propaganda, dezenformasyon ve meşruiyetini zayıflatmak adına politikalar gütmektedir. Dolayısıyla İsrail’in Suriye’yi zayıflatmaya yönelik uyguladığı bir diğer strateji de algı yönetimi ve kimlik mühendisliğidir. Uluslararası medya ve kamuoyu nezdinde yeni Suriye yönetimi hakkında şüphe yaratmak, İsrail’in önemli hedeflerinden biridir. Özellikle terörle mücadele söylemini kullanarak, “Suriye’deki stratejik silahların aşırılık yanlısı grupların eline geçmesini önleme” iddiasıyla yaptıkları operasyonları meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Örneğin İsrail Dışişleri yetkilileri, düzenledikleri hava saldırılarını “teröristlerin eline geçebilecek kimyasal silah ve uzun menzilli füze depolarını proaktif olarak imha ediyoruz” şeklinde dünyaya duyurdu. Bu söylem, İsrail’i savunmada hareket eden makul aktör olarak lanse etme çabasının parçasıdır. Aynı zamanda Suriye içinde de bazı azınlık gruplara “koruyucu” rolü üstlenerek kendini meşru göstermeye çalışmaktadır. Dürzi toplumuna ve diğer gruplara yönelik propagandasında, İsrail’in bölgedeki varlığını insani yardım ve koruma amacıyla sürdürdüğü ileri sürülmektedir. Fakat bu bilgi savaşı her zaman İsrail lehine sonuç vermiyor. Suriye içinde geniş kesimler İsrail’i açık bir işgalci ve kaos yayıcı güç olarak gördüğünden, Tel Aviv’in propaganda hamleleri ters tepebiliyor. Nitekim Süveyda’daki Dürzi kitle gösterilerinde İsrail karşıtı sloganlar atılması, yerel halkın bir kısmının Tel Aviv’in gerçek niyetini kavradığına işaret ediyor. Uzun vadede, İsrail’in bu tarz psikolojik harp yöntemleri Suriye milliyetçiliğini bile güçlendirebilir ve zayıf düşürmek istediği ülkede aksine bir direnç ruhu uyandırabilir.
Bütün bu politikalardan anlaşılacağı üzere, İsrail askeri şiddetten diplomatik manevralara kadar geniş bir yelpazede Suriye’nin toparlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu strateji, kısa vadede Suriye’yi savunmasız bırakma ve yeni yönetimi köşeye sıkıştırma hedefinde kısmen başarılı olsa da sürdürülebilir bir politika olmadığı aşikardır. Zira sahadaki ve bölgedeki diğer aktörler, İsrail’in bu planına tepki vermeye ve dengelemeye başlamıştır. Sadece Türkiye, Katar gibi devrim yanlısı aktörler değil aynı zamanda ABD başkanı Donald Trump dahi birçok Batılı aktör İsrail saldırganlığına rağmen yeni Suriye yönetimini kabullenmiş, İsrail’in saldırganlığına karşı Suriye’nin istikrara kavuşması yönünde diplomatik, ekonomik ve askeri adımlar atmıştır.
Bölgesel Dengeler: İsrail’in Planı ve Türkiye’nin Tutumu
İsrail’in zayıf Suriye stratejisi, bölgedeki diğer önemli aktörlerin çıkarlarıyla çatıştığı için Suriye meselesi bir bölgesel güç mücadelesine dönüşmüş durumdadır. Bu tabloda özellikle Türkiye’nin tutumu dikkat çekmektedir. Ankara, Suriye’de İsrail’in arzuladığı türden kalıcı bir kaosun oluşmasına karşı çıkmaktadır. Nitekim Türkiye, Suriye’de yaşanan dönüşümde en belirgin karşı denge unsuru olarak öne çıkıyor. Ankara, hemen sınırının yanı başındaki komşusunun toprak bütünlüğünü ve siyasi istikrarını bir ulusal güvenlik önceliği olarak tanımlamıştır. Bu nedenle, Esed sonrası dönemde Suriye’de kurulan yeni yönetime aktif destek vermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki hükümet, Suriye’de kalıcı barış ve düzen için hem diplomatik hem de askeri adımlar attı. Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye ordusuyla koordinasyon halinde terörle mücadele operasyonları yürütmekte; istihbarat paylaşımı ve eğitim desteği sağlamaktadır. Ayrıca Türkiye, Suriye’nin yeniden imarı ve mültecilerin geri dönüşü konularında da uluslararası platformda öncü rol üstlenmektedir. Bu durum İsrail’in planlarını zora sokan en önemli faktörlerden biridir. Zira Türkiye’nin desteği, yeni Şam yönetiminin hem sahada güç kazanmasına hem de uluslararası meşruiyet elde etmesine katkı yapıyor.
İsrail ile Türkiye bu nedenle Suriye üzerinde dolaylı bir bilek güreşi içerisindedir. İsrail, Türkiye’nin Suriye’deki etkinliğini kırmak için zaman zaman doğrudan hasmane eylemlere de başvurmuştur. Örneğin, basına yansıyan haberlere göre Türkiye’nin Suriye’de kullanacağı bazı askeri üsler ve tesisler İsrail hava saldırılarının hedefi oldu. 2025 yılı başlarında Türkiye’nin Halep yakınlarındaki Minak Hava Üssü ile Humus çölündeki Palmira (Tedmur) çevresine ve T4 olarak bilinen askeri üsse konuşlanacağı iddiaları ortaya çıkınca, İsrail jetleri uluslararası hukuka aykırı şekilde bu bölgeleri bombaladı. Yine İsrail medyasında Türkiye, “Neo-Osmanlı yayılmacılığı” ile suçlanarak bölgeyi ilhak etmeye çalışmakla itham edildi. Karşılıklı diplomatik atışmalar da hız kazandı: Tel Aviv hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Suriye’yi karıştırmakla eleştirirken; Ankara tarafı da açıkça İsrail’i Ortadoğu’nun barış ve güvenliği için en büyük tehdit olarak niteledi. Nitekim Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 2025 yazında yaptığı bir açıklamada İsrail’in bölgeyi istikrarsızlaştıran saldırgan politikaları çok sert ifadelerle kınandı. Bu gelişmeler, İsrail’in Suriye politikasının yalnız Suriye-İsrail ilişkilerini değil, Türkiye-İsrail hattında da ciddi bir gerilim yarattığını göstermektedir.
Uluslararası toplumda Suriye’nin yeniden istikrara kavuşmasını destekleyen ve İsrail’in aşırı agresif hamlelerine set çekmek isteyen bazı güçler de mevcuttur. Özellikle ABD’nin tutumu burada kritik görülmektedir. Washington yönetimi hem İsrail’in hem de Türkiye’nin müttefiki konumunda olduğundan, iki taraf arasındaki gerilimi yönetmeye çalışıyor. ABD Başkanı Donald Trump, 2025 yılında Netanyahu ile yaptığı bir görüşmede İsrail’e, Türkiye’yi bölgede “kritik bir ortak” olarak görmeleri gerektiğini ve Suriye konusunda daha temkinli olmalarını telkin etti. Bu, ABD’nin İsrail’e Suriye’de frene basması yönünde bir uyarısı olarak değerlendirildi. Nitekim 2025 sonunda Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde gerçekleştirilen çok taraflı görüşmelerde, Gazze’deki ateşkes anlaşmasına paralel olarak Suriye’de de benzer bir tansiyon düşürme mekanizması aranması gündeme geldi. Amerika, İsrail’e Suriye’nin güneyinde daha fazla ileri gitmemesi konusunda diplomatik baskı uyguluyor; zira bölgede İsrail ile yeni bir çatışmanın ortaya çıkmasını hiçbir aktör arzulamamaktadır. Bununla birlikte, Washington’un Tel Aviv üzerindeki nüfuzu sınırlı kaldığından, İsrail-Suriye bağlamında henüz kapsamlı bir uzlaşma sağlanamamıştır.
Diğer yandan, Rusya da Suriye’nin bütünlüğünü koruma hedefinde dolaylı bir aktör olarak konumlandırılabilir. Kremlin, yeni Suriye yönetimiyle seviyeli de olsa bir ilişki kurdu ve ülkedeki askeri varlığını (özellikle Tartus deniz üssü ve Hmeymim hava üssü) sürdürerek denge unsuru olmayı planlıyor. Hatta basına yansıyan bazı haberlere göre Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, Ekim 2025’te Moskova’yı ziyaretinde Putin’den Suriye’nin güneyine Rus askeri polis güçleri konuşlandırmasını rica etti. Bu talebin ardında, İsrail’in sınırsız harekât kabiliyetini kısıtlayacak uluslararası bir caydırıcılık oluşturma isteği yatıyor. Eğer Rusya sınıra bir güç yerleştirirse, İsrail’in gelişigüzel saldırıları zorlaşabilir. Bu da Şam’ın “zayıf kalmama” çabasının bir parçası olarak okunabilir. Diğer bir ifade ile yeni Suriye yönetimi, İsrail’in zayıflatma hamlelerine karşı hem bölgesel (Türkiye ile iş birliği gibi) hem de küresel aktörlerin desteğini almaya çalışarak cevap veriyor.
Sonuç
İsrail’in “zayıf Suriye” stratejisi, kendi ulusal güvenlik hesapları çerçevesinde kısa vadede rasyonel görülebilir. Tel Aviv, geçmiş tecrübelerinden hareketle, güçlü Arap komşular yerine parçalanmış ve iç sorunlarıyla boğuşan komşuların varlığını tercih etmektedir. Güçsüz bir Suriye; ne Golan Tepeleri’ni geri talep edebilecek cesareti bulabilir, ne Lübnan’daki Hizbullah’a açık destek verebilir, ne de Filistin meselesinde İsrail’e karşı etkili bir cephe oluşturabilir. Ayrıca, Suriye’nin parçalı kalması İsrail’in bölgede askerî üstünlüğünü pekiştirir ve gerektiğinde komşu topraklara operasyon yapmasını kolaylaştırır. Tüm bu nedenlerle İsrail, Suriye’nin yeniden egemen, birleşik ve güçlü bir devlet haline gelmemesi gerektiğini bir kırmızı çizgi olarak benimsemiştir.
Ancak bu stratejinin bir takım bedelleri ve riskleri de içerisinde barındırmaktadır. İsrail’in istikrarsızlık yaratan adımları, bölgedeki çatışma dinamiklerini derinleştirmekte ve yeni husumet cepheleri doğurmaktadır. Özellikle Türkiye ile İsrail’i Suriye sahasında karşı karşıya getiren gerilim, iki ülke arasındaki ilişkileri tarihsel olarak çok düşük seviyeye çekmiştir. Türkiye’nin Suriye’de barış ve düzen konusundaki ısrarı, İsrail’in kaos stratejisiyle taban tabana zıttır. Bu zıt yaklaşım, Suriye topraklarını bir bölgesel satranç tahtası haline getirmiştir. Sonuçta, İsrail’in Suriye’yi zayıflatma çabaları sadece Şam’ı değil, Ankara’yı da hedef alan geniş kapsamlı bir jeopolitik hamleye dönüşmüştür.
İsrail’in politikaları Suriye’yi kısa vadede köşeye sıkıştırsa da uzun vadede kesin bir başarı garantisi vermiyor. Suriye halkı ve yeni yönetimi, dış müdahalelere rağmen ülkeyi yeniden ayağa kaldırma iradesini koruyor. Dürzi, Kürt veya Sünni fark etmeksizin çoğu Suriyeli aktör, ülkenin bölünmesine ve sürekli kaos içinde kalmasına sıcak bakmıyor. Nitekim Şam hükümeti, farklı grupları siyasal sisteme entegre ederek ulusal birlik zemini yaratmaya çalışıyor. Böyle bir iç bütünleşme sağlanabildiği takdirde, İsrail’in azınlıklar üzerinden oynadığı kartlar boşa çıkabilir. Aynı zamanda uluslararası baskılar sonucunda İsrail’in Suriye’deki hareket alanı daralırsa, Tel Aviv’in sınırsız askeri müdahale stratejisi de gözden geçirmek zorunda kalabilir.
Son tahlilde, “İsrail neden zayıf bir Suriye istiyor?” sorusu, Ortadoğu’daki güç mücadelesinin temel dinamiklerini ortaya koymaktadır. İsrail, kendi güvenliğini maksimize etmek uğruna komşusunun zayıf kalmasını arzulayan bir strateji izliyor. Bu strateji, bölgedeki diğer aktörler tarafından meydan okumalarla karşılaştığı için de sürdürülebilirliği belirsiz bir seyir izliyor. Suriye’nin geleceği, İsrail’in zayıflatma çabaları ile Suriye halkının ve müttefiklerinin direnme çabası arasında şekilleniyor. Eğer Suriye ulusal bütünlüğünü koruyup yeniden güçlenebilirse, İsrail’in hesapları boşa düşebilir ve bölge daha dengeli bir istikrar ortamına kavuşabilir. Aksi takdirde, İsrail’in zayıf Suriye ısrarı Ortadoğu’da kalıcı bir dengesizlik ve gerilim durumu yaratmaya devam edebilir ve bu durum da sadece Suriye’yi değil tüm bölgeyi etkileyen sonuçlar doğurabilir.
Giriş
2024 yılının son ayında Suriye’deki silahlı muhalifler tarafından başlatılan Düşmanı Caydırma Operasyonu başarı ile sonuçlandı. 13 yıl süren devrimin Suriye’de bir rejim değişikliği ile taçlanmasının yanında bu süreç Ortadoğu jeopolitiğinde yeni bir dönemi başlattı. Aksa Tufanı operasyonu ile başlayan bu dönüşüm süreci, 8 Aralık 2024’te Beşar Esed rejiminin devrilmesiyle devam etti ve Suriye devrimi sadece sıradan bir lider değişiminin ötesinde olmakla kalmadı; aynı zamanda bölgesel güç dengelerini kökten değiştirdi. Bu gelişme İran’ın Suriye’de yıllar içinde kurduğu nüfuz ağını zayıflatırken, İsrail’in güvenlik anlayışında da ‘ani bir kırılma’ yarattı. Tel Aviv, on yıllardır “tanıdık düşman” olarak gördüğü Esed yönetimini öngörülebilir bir tehdit olarak yönetmeye alışmıştı.
Ancak Suriye’de yeni bir yönetimin ortaya çıkması İsrail’de alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Nitekim bu yeni yönetim sadece sivil protestolar ve halkla değil aynı zamanda silahlı mücadele ile iktidara geldi ve İsrail bu beklenmedik değişimi potansiyel tehdit olarak kodladı.
Her ne kadar Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara İsrail’i tehdit eden herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınsa da İsrail, saldırganlığını hat safhaya çıkararak Suriye’nin muhtelif bölgelerini bombaladı. Bu anlamda Suriye’de ortaya çıkan yeni güç dengeleri karşısında İsrail’in saldırganlığının arka planı merak konusu haline geldi. Suriye’nin zayıflamasına ve istikrarsızlaşmasına matuf İsrail’in zayıf Suriye stratejisi birçok açıdan ele alınabilir.
İsrail’in Güvenlik Paradigması ve Zayıf Suriye Tercihi
İsrail’in Suriye politikasının temelinde, güçlü bir merkezi otoriteye sahip bir Şam yönetiminin İsrail’in çıkarlarına aykırı olduğu inancı yatmaktadır. Tel Aviv’deki işgalci Siyonist yönetim, güvenlik doktrini açısından merkezi ve güçlü bir Suriye’yi uzun vadede bölgesel bir tehdit olarak görmektedir. Esed rejimi döneminde bile İsrail, Suriye ile arasında fiili bir denge durumunu korumayı tercih etmiş, Golan Tepeleri’ndeki statükoyu uzun süre muhafaza edebilmiştir. Esed rejimi düşmeden önce iki ülke arasındaki sınır hattı görece sakindi ve 1974’te varılan ateşkes anlaşmasıyla belirlenen tampon bölge korunuyordu. Esed yönetimi her ne kadar İsrail’e resmi olarak hasım olsa da İsrail açısından öngörülebilir bir düşmandı; Tel Aviv beklenmedik sürprizler yerine statükoyu tercih ediyordu. Fakat, Esed rejiminin devrilmesi ve Suriye’de yeni bir sayfa açılması, İsrail’in bu alışılmış güvenlik paradigmasını altüst etti. İsrail, yeni dönemde beliren belirsizlikleri kendi güvenliği için büyük risk olarak algıladı. Özellikle yeni Suriye yönetiminin ideolojik arka planı, silahlı mücadele geçmişi ve bölgesel ittifak tercihlerinin (özellikle Türkiye-Katar ile yakın ilişkiler kurması), Tel Aviv’i en kötü senaryoya hazırlıklı olmaya itti.
İsrail karar alıcılarına göre güçlü ve merkezi bir Suriye, ileride Golan Tepeleri’nin geri alınması için askeri maceraya girişebilir, Filistin davasına daha aktif destek verebilir veya bölgesel anlamda yeniden stratejik bir iş birliğine giderek İsrail’i iki cephede sıkıştırabilir.
Bu yüzden, İsrail’in stratejik tercihi zayıf bir Suriye’den yanadır. Diğer bir ifade ile Siyonist rejim, Şam’da otoritenin tam olarak sağlanamadığı, ordusu güçsüz, karar alma kapasitesi sınırlı ve dış desteğe muhtaç bir komşu görmek istemektedir.
İsrail Başbakanı, Binyamin Netanyahu ve ekibi, Suriye’de devrimin başarıya ulaşmasıyla oluşan yeni yönetimin hızla ülke çapında kontrol sağlamasından endişe duymaktadır. Ahmed Şara liderliğinde kurulan geçiş hükümetinin toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmeye başlaması, çeşitli grupları (örneğin Kürt ve Dürzi unsurlar) devlet yapısına entegre etme yönünde adımlar atması ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin bu yönetimi desteklemesi İsrail’in çıkarlarına aykırı görülmektedir. Bundan ötürü işgalci rejim, Suriye’de istikrar ve güçlü merkezi otoriteyi kendi güvenliği için potansiyel bir tehdit olarak kodlamıştır. Kısacası İsrail, istikrarlı ve güçlü bir Suriye yerine parçalı ve zayıf bir Suriye’yi tercih etmektedir. Bu tercih, “böl ve yönet” mantığıyla ülkenin etnik-mezhepsel fay hatlarını kaşıyarak kontrol edilebilir bir Suriye yaratma arzusunu yansıtmaktadır.
İsrail’in zayıf Suriye vizyonunun bir diğer gerekçesi de İran ve Hizbullah gibi ‘düşman aktörlerin’ etkisini sınırlamak istemesidir. Esed rejimi, İran için Lübnan Hizbullah’ına silah sevkiyatı ve İsrail’e karşı ileri karakol rolü görüyordu. Yeni Suriye yönetimi İran’a mesafe koymuş olsa da Şam’ın yeterince güçlenememesi halinde İran’ın yeniden nüfuz kurma ihtimali İsrail’i rahatsız ediyor. Tel Aviv, Suriye’nin kırılgan kalmasıyla hem İran’ın burada tekrar kök salmasını engelleyeceğini hem de Lübnan’daki Hizbullah’ın lojistik koridorunu kapalı tutabileceğini hesaplıyor. Zayıf Suriye hem İran hem İsrail’in lehine bir durum oluştururken, İsrail bu zayıflığı kendi çıkarına kontrol etme çabasındadır. Dolayısıyla zayıf Suriye, İsrail için İran tehdidinin de kontrol altında tutulması demektir.
Ayrıca, Türkiye faktörü de İsrail’in hesaplarında önemli yer tutmaktadır. Ankara hükümeti, Suriye’de barış ve bütünleşmeyi savunarak yeni Şam yönetimine yoğun destek veriyor. Türkiye’nin amacı, güney sınırında güvenli ve istikrarlı bir komşu oluşması, Suriyeli mültecilerin evlerine dönebileceği bir ortam sağlanması ve terör örgütlerinin (özellikle PKK/YPG’nin) temizlenmesi. Bu doğrultuda Türkiye, Suriye ordusunun yeniden inşasına katkı sağlıyor ve ortak askerî harekâtlar yürütüyor. İsrail ise Türkiye’nin bu nüfuzundan ve Suriye’de artan varlığından rahatsız. Zira istikrarlı bir Suriye, Türkiye’nin bölgede elini güçlendirecek ve İsrail’in hareket alanını daraltacak bir gelişme olarak görülmektedir. Tel Aviv, Suriye’nin parçalanmasının aynı zamanda Türkiye’nin etkinliğini de sınırlayacağını öngörmektedir. Bu nedenle İsrail, Suriye politikasını Ankara’nın çıkarlarına aykırı bir eksende konumlandırmaktan çekinmiyor.
Özetle İsrail’in zayıf Suriye ısrarının arkasında bir dizi stratejik gerekçe bulunmaktadır: Kendi ulusal güvenliğini garanti altına almak, gelecekte ortaya çıkabilecek konvansiyonel bir Arap tehdidini önlemek, İran-Hizbullah eksenini Suriye’den tamamen dışlamak ve Türkiye gibi bölgesel rakiplerin manevra sahasını daraltmak. İsrail’in bu hedefler doğrultusunda Suriye’yi zayıflatmak için başvurduğu birçok yöntem ve araçtan bahsedilebilir.
İsrail’in Suriye’yi Zayıflatmak İçin Kullandığı Araçlar
İsrail, Suriye’yi zayıf tutma stratejisini hayata geçirmek için hem askeri güç kullanmakta hem de diplomatik ve örtülü yöntemlere başvurmaktadır. Tel Aviv, sahadaki fiili adımlarını uluslararası alandaki girişimlerle destekleyerek çok boyutlu bir istikrarsızlaştırma politikası yürütüyor. Bu stratejinin ilk ayağı Suriye’de yoğun biçimde askeri saldırılar icra etmektir. İsrail, Suriye’de rejim değişikliğinin hemen ardından hızlı ve kapsamlı bir askerî saldırılar sürecine girişti. 2024 sonundan itibaren birkaç gün içerisinde yüzlerce hava saldırısı düzenleyerek Suriye’nin yeni yönetimine ait askeri varlıkları hedef aldı. İki yıl içerisinde İsrail’in Suriye topraklarına gerçekleştirdiği hava saldırılarının sayısı bine yaklaştı. Bu saldırılar sonucu Suriye’nin radar istasyonları, hava üsleri, mühimmat depoları, bilimsel araştırma merkezleri ve istihbarat tesislerinin büyük bölümü imha edildi; hatta Suriye donanmasının neredeyse tamamen kullanılamaz hale geldiği rapor edilmiştir. İsrail bu saldırılarla, yeni Suriye devletinin savunma kabiliyetini doğmadan yok etmeyi amaçlamaktadır. Sürekli hava tehdidi altında kalan Şam yönetimi, egemenlik hakkını kullanamaz duruma getirilmek istenmektedir.
Ayrıca İsrail savaş uçakları Suriye’nin güneyinde istediği zaman operasyon yaparak psikolojik bir üstünlük kurmaya çalışmaktadır. Bu yoğun askeri baskı, Suriye halkına da “devletiniz sizi koruyamaz” mesajı vererek yeni yönetime yönelik güveni sarsmayı hedefleyen bir psikolojik yıpratma stratejisinin parçasıdır.
İkinci olarak İsrail rejimi Suriye’ye ait bazı toprakları kontrol etmeye ve tampon bölgelerdeki işgali genişletmeye başlamıştır. Bu anlamda İsrail sadece havadan saldırmakla kalmadı, aynı zamanda Suriye topraklarında fiili kontrol alanları oluşturmaya başladı. Özellikle güneyde, Golan Tepeleri çevresinde 1974’te belirlenmiş silahtan arındırılmış tampon bölgenin dışına çıkarak işgali genişletti. İsrail Başbakanı Netanyahu, 1974 tarihli ateşkes ve kuvvet ayrıştırma anlaşmasının “çöktüğünü” iddia ederek Suriye sınırındaki statükoyu tanımadığını ilan etti. Bu kapsamda İsrail kuvvetleri Kuneytra ve Süveyda illerine doğru bazı köy ve kasabalara girdi. Örneğin, Kuneytra yakınlarında Marriye ve Kodana gibi yerleşimlerin İsrail denetimine geçtiği bildirilmiştir. İsrail ordusu, Golan’ın bitişiğindeki bu kritik bölgelerde “güvenlik koridoru” adı altında kalıcı bir askeri varlık gösteriyor. Bu tampon bölgeler, Suriye’nin güneyinde yeni yönetimin egemenlik kurmasını engelleyen bir duvar işlevi görüyor. Tel Aviv, Şam’ın ileride buralarda tam kontrol sağlamasını önlemek için ani fiili durumlar yaratıyor ve sınır hattını pratikte kendi lehine yeniden çiziyor.
Üçüncü olarak İsrail Suriye’de bazı azınlık grupları vekil aktör olarak kullanmaktadır. Diğer bir ifade ile İsrail’in Suriye’yi zayıflatma stratejisinin en dikkat çekici boyutlarından biri, ülkenin etnik ve mezhepsel çeşitliliğini kendi lehine kullanma çabasıdır. Tel Aviv, Suriye’de merkezi otoriteyi zayıflatmak için Dürziler, Kürtler ve hatta Nusayri (Arap Alevi) topluluklar gibi gruplarla taktiksel ittifaklar geliştiriyor. Bu yaklaşım, İsrail’in tarihsel “azınlıklarla ittifak” doktrininin güncellenmiş bir versiyonu olarak görülebilir. Özellikle güneydeki Süveyda ilinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Dürzi toplumu, bu politikanın hem aracı hem de hedefi haline gelmiştir. İsrail, Süveyda’da kendisini Dürzi azınlığın hamisi konumuna sokarak buradaki ayrılıkçı eğilimleri desteklemeye çalışıyor. Dürzi ruhani liderlerinden Şeyh Hikmet el-Hicri ve etrafında toplanan silahlı unsurlar, İsrail’le dolaylı temaslar kurarak Şam’daki merkezi yönetime karşı mesafeli bir tutum benimsediler.
2025 yılı içinde Süveyda’da ortaya çıkan “Askeri Konsey” adlı Dürzi milis yapılanması, Tel Aviv’in örtülü desteği sayesinde güçlendi ve bölgede Şam otoritesine meydan okur hale geldi. Bu yapı, kendini Dürzi halkını koruyan yerel bir güç olarak lanse etse de Şam yönetimi ve çoğu Suriyeli tarafından İsrail güdümlü bir vekil aktör olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Süveyda’da İsrail yanlısı çizgide hareket eden milisler ile merkezi ordu arasında zaman zaman gerginlikler ve çatışmalar yaşanıyor.
Benzer şekilde, İsrail kuzeydoğu Suriye’de faaliyet gösteren PKK/YPG unsurlarını da dolaylı olarak denklemde tutmaya çalışıyor. ABD’nin desteğiyle bölgede özerklik arayışında olan bu terör oluşumları, Şam’ın ülke genelinde tam egemenlik kurmasını zorlaştıran faktörlerden biri olarak görülebilir. İsrail, Washington üzerinden Kürt güçlerine verilen desteğin sürmesini teşvik ederek Suriye’nin bütünlüğünün tam anlamıyla sağlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Ayrıca DEAŞ gibi radikal örgütlerin zaman zaman Suriye’de yeniden boy göstermesi de Tel Aviv için çok rahatsız edici bir durum değildir; zira bu tür kaos unsurları yeni yönetimi sürekli bir güvenlik tehdidiyle uğraştırarak enerjisini tüketmektedir. Özetle, İsrail azınlık gruplarını kışkırtıp silahlandırarak Suriye içinde bir “içeriden çökertme” mekanizması işletmeye çalışmaktadır. Bu durum, Suriye toplumundaki fay hatlarını derinleştirerek merkezi hükümetin ülkeye tam hakim olmasını geciktirmektedir.
Üçüncü olarak İsrail, Suriye’yi zayıflatmak için diplomatik ve ekonomik baskı politikaları hayata geçirmektedir. Tel Aviv’in saha dışında da Suriye’yi zayıflatmak için devreye soktuğu önemli araçlar bulunmaktadır. Bunların başında, uluslararası alanda yeni Suriye yönetimini tanınmaz kılma ve ekonomik açıdan boğma girişimleri gelmektedir. İsrail, özellikle Batı dünyasında yoğun bir lobi faaliyeti yürüterek Ahmed Şara liderliğindeki hükümetin meşruiyetini tartışmalı hale getirmeye çalışıyor. Washington ve Avrupa başkentlerinde “yeni Suriye radikal unsurların kontrolünde, güvenilmez bir yapıdır” söylemi yayılarak diplomatik izolasyon uygulanması hedefleniyor. Bu lobinin etkisiyle, Suriye’deki yeni yönetime şu ana dek temkinli yaklaşan ve resmen tanımayan ülkeler bulunmaktadır. Dahası, ülkenin hayati ihtiyacı olan yeniden imar fonlarının ve yabancı yatırımların engellenmesi için de İsrail perde arkasında girişimlerde bulunuyor. Süregelen ABD ve AB yaptırımlarının kaldırılmasına yönelik tartışmalar, İsrail yanlısı çevrelerin baskısıyla sonuçsuz kalıyor. Böylece Şam’ın ekonomik olarak güçlenmesinin önüne geçilerek zayıf kalması sağlanmak isteniyor. Ekonomik darboğaz içindeki bir Suriye, halkına yeterli hizmet götüremeyen ve ordusunu-modernizasyonunu yapamayan bir Suriye demektir. Bu durum da doğrudan İsrail’in arzuladığı zafiyet halini pekiştirmektedir.
Dördüncü olarak İsrail, Suriye yönetimi hakkında kara propaganda, dezenformasyon ve meşruiyetini zayıflatmak adına politikalar gütmektedir. Dolayısıyla İsrail’in Suriye’yi zayıflatmaya yönelik uyguladığı bir diğer strateji de algı yönetimi ve kimlik mühendisliğidir. Uluslararası medya ve kamuoyu nezdinde yeni Suriye yönetimi hakkında şüphe yaratmak, İsrail’in önemli hedeflerinden biridir. Özellikle terörle mücadele söylemini kullanarak, “Suriye’deki stratejik silahların aşırılık yanlısı grupların eline geçmesini önleme” iddiasıyla yaptıkları operasyonları meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Örneğin İsrail Dışişleri yetkilileri, düzenledikleri hava saldırılarını “teröristlerin eline geçebilecek kimyasal silah ve uzun menzilli füze depolarını proaktif olarak imha ediyoruz” şeklinde dünyaya duyurdu. Bu söylem, İsrail’i savunmada hareket eden makul aktör olarak lanse etme çabasının parçasıdır. Aynı zamanda Suriye içinde de bazı azınlık gruplara “koruyucu” rolü üstlenerek kendini meşru göstermeye çalışmaktadır. Dürzi toplumuna ve diğer gruplara yönelik propagandasında, İsrail’in bölgedeki varlığını insani yardım ve koruma amacıyla sürdürdüğü ileri sürülmektedir. Fakat bu bilgi savaşı her zaman İsrail lehine sonuç vermiyor. Suriye içinde geniş kesimler İsrail’i açık bir işgalci ve kaos yayıcı güç olarak gördüğünden, Tel Aviv’in propaganda hamleleri ters tepebiliyor. Nitekim Süveyda’daki Dürzi kitle gösterilerinde İsrail karşıtı sloganlar atılması, yerel halkın bir kısmının Tel Aviv’in gerçek niyetini kavradığına işaret ediyor. Uzun vadede, İsrail’in bu tarz psikolojik harp yöntemleri Suriye milliyetçiliğini bile güçlendirebilir ve zayıf düşürmek istediği ülkede aksine bir direnç ruhu uyandırabilir.
Bütün bu politikalardan anlaşılacağı üzere, İsrail askeri şiddetten diplomatik manevralara kadar geniş bir yelpazede Suriye’nin toparlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu strateji, kısa vadede Suriye’yi savunmasız bırakma ve yeni yönetimi köşeye sıkıştırma hedefinde kısmen başarılı olsa da sürdürülebilir bir politika olmadığı aşikardır. Zira sahadaki ve bölgedeki diğer aktörler, İsrail’in bu planına tepki vermeye ve dengelemeye başlamıştır. Sadece Türkiye, Katar gibi devrim yanlısı aktörler değil aynı zamanda ABD başkanı Donald Trump dahi birçok Batılı aktör İsrail saldırganlığına rağmen yeni Suriye yönetimini kabullenmiş, İsrail’in saldırganlığına karşı Suriye’nin istikrara kavuşması yönünde diplomatik, ekonomik ve askeri adımlar atmıştır.
Bölgesel Dengeler: İsrail’in Planı ve Türkiye’nin Tutumu
İsrail’in zayıf Suriye stratejisi, bölgedeki diğer önemli aktörlerin çıkarlarıyla çatıştığı için Suriye meselesi bir bölgesel güç mücadelesine dönüşmüş durumdadır. Bu tabloda özellikle Türkiye’nin tutumu dikkat çekmektedir. Ankara, Suriye’de İsrail’in arzuladığı türden kalıcı bir kaosun oluşmasına karşı çıkmaktadır. Nitekim Türkiye, Suriye’de yaşanan dönüşümde en belirgin karşı denge unsuru olarak öne çıkıyor. Ankara, hemen sınırının yanı başındaki komşusunun toprak bütünlüğünü ve siyasi istikrarını bir ulusal güvenlik önceliği olarak tanımlamıştır. Bu nedenle, Esed sonrası dönemde Suriye’de kurulan yeni yönetime aktif destek vermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki hükümet, Suriye’de kalıcı barış ve düzen için hem diplomatik hem de askeri adımlar attı. Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye ordusuyla koordinasyon halinde terörle mücadele operasyonları yürütmekte; istihbarat paylaşımı ve eğitim desteği sağlamaktadır. Ayrıca Türkiye, Suriye’nin yeniden imarı ve mültecilerin geri dönüşü konularında da uluslararası platformda öncü rol üstlenmektedir. Bu durum İsrail’in planlarını zora sokan en önemli faktörlerden biridir. Zira Türkiye’nin desteği, yeni Şam yönetiminin hem sahada güç kazanmasına hem de uluslararası meşruiyet elde etmesine katkı yapıyor.
İsrail ile Türkiye bu nedenle Suriye üzerinde dolaylı bir bilek güreşi içerisindedir. İsrail, Türkiye’nin Suriye’deki etkinliğini kırmak için zaman zaman doğrudan hasmane eylemlere de başvurmuştur. Örneğin, basına yansıyan haberlere göre Türkiye’nin Suriye’de kullanacağı bazı askeri üsler ve tesisler İsrail hava saldırılarının hedefi oldu. 2025 yılı başlarında Türkiye’nin Halep yakınlarındaki Minak Hava Üssü ile Humus çölündeki Palmira (Tedmur) çevresine ve T4 olarak bilinen askeri üsse konuşlanacağı iddiaları ortaya çıkınca, İsrail jetleri uluslararası hukuka aykırı şekilde bu bölgeleri bombaladı. Yine İsrail medyasında Türkiye, “Neo-Osmanlı yayılmacılığı” ile suçlanarak bölgeyi ilhak etmeye çalışmakla itham edildi. Karşılıklı diplomatik atışmalar da hız kazandı: Tel Aviv hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Suriye’yi karıştırmakla eleştirirken; Ankara tarafı da açıkça İsrail’i Ortadoğu’nun barış ve güvenliği için en büyük tehdit olarak niteledi. Nitekim Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 2025 yazında yaptığı bir açıklamada İsrail’in bölgeyi istikrarsızlaştıran saldırgan politikaları çok sert ifadelerle kınandı. Bu gelişmeler, İsrail’in Suriye politikasının yalnız Suriye-İsrail ilişkilerini değil, Türkiye-İsrail hattında da ciddi bir gerilim yarattığını göstermektedir.
Uluslararası toplumda Suriye’nin yeniden istikrara kavuşmasını destekleyen ve İsrail’in aşırı agresif hamlelerine set çekmek isteyen bazı güçler de mevcuttur. Özellikle ABD’nin tutumu burada kritik görülmektedir. Washington yönetimi hem İsrail’in hem de Türkiye’nin müttefiki konumunda olduğundan, iki taraf arasındaki gerilimi yönetmeye çalışıyor. ABD Başkanı Donald Trump, 2025 yılında Netanyahu ile yaptığı bir görüşmede İsrail’e, Türkiye’yi bölgede “kritik bir ortak” olarak görmeleri gerektiğini ve Suriye konusunda daha temkinli olmalarını telkin etti. Bu, ABD’nin İsrail’e Suriye’de frene basması yönünde bir uyarısı olarak değerlendirildi. Nitekim 2025 sonunda Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde gerçekleştirilen çok taraflı görüşmelerde, Gazze’deki ateşkes anlaşmasına paralel olarak Suriye’de de benzer bir tansiyon düşürme mekanizması aranması gündeme geldi. Amerika, İsrail’e Suriye’nin güneyinde daha fazla ileri gitmemesi konusunda diplomatik baskı uyguluyor; zira bölgede İsrail ile yeni bir çatışmanın ortaya çıkmasını hiçbir aktör arzulamamaktadır. Bununla birlikte, Washington’un Tel Aviv üzerindeki nüfuzu sınırlı kaldığından, İsrail-Suriye bağlamında henüz kapsamlı bir uzlaşma sağlanamamıştır.
Diğer yandan, Rusya da Suriye’nin bütünlüğünü koruma hedefinde dolaylı bir aktör olarak konumlandırılabilir. Kremlin, yeni Suriye yönetimiyle seviyeli de olsa bir ilişki kurdu ve ülkedeki askeri varlığını (özellikle Tartus deniz üssü ve Hmeymim hava üssü) sürdürerek denge unsuru olmayı planlıyor. Hatta basına yansıyan bazı haberlere göre Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, Ekim 2025’te Moskova’yı ziyaretinde Putin’den Suriye’nin güneyine Rus askeri polis güçleri konuşlandırmasını rica etti. Bu talebin ardında, İsrail’in sınırsız harekât kabiliyetini kısıtlayacak uluslararası bir caydırıcılık oluşturma isteği yatıyor. Eğer Rusya sınıra bir güç yerleştirirse, İsrail’in gelişigüzel saldırıları zorlaşabilir. Bu da Şam’ın “zayıf kalmama” çabasının bir parçası olarak okunabilir. Diğer bir ifade ile yeni Suriye yönetimi, İsrail’in zayıflatma hamlelerine karşı hem bölgesel (Türkiye ile iş birliği gibi) hem de küresel aktörlerin desteğini almaya çalışarak cevap veriyor.
Sonuç
İsrail’in “zayıf Suriye” stratejisi, kendi ulusal güvenlik hesapları çerçevesinde kısa vadede rasyonel görülebilir. Tel Aviv, geçmiş tecrübelerinden hareketle, güçlü Arap komşular yerine parçalanmış ve iç sorunlarıyla boğuşan komşuların varlığını tercih etmektedir. Güçsüz bir Suriye; ne Golan Tepeleri’ni geri talep edebilecek cesareti bulabilir, ne Lübnan’daki Hizbullah’a açık destek verebilir, ne de Filistin meselesinde İsrail’e karşı etkili bir cephe oluşturabilir. Ayrıca, Suriye’nin parçalı kalması İsrail’in bölgede askerî üstünlüğünü pekiştirir ve gerektiğinde komşu topraklara operasyon yapmasını kolaylaştırır. Tüm bu nedenlerle İsrail, Suriye’nin yeniden egemen, birleşik ve güçlü bir devlet haline gelmemesi gerektiğini bir kırmızı çizgi olarak benimsemiştir.
Ancak bu stratejinin bir takım bedelleri ve riskleri de içerisinde barındırmaktadır. İsrail’in istikrarsızlık yaratan adımları, bölgedeki çatışma dinamiklerini derinleştirmekte ve yeni husumet cepheleri doğurmaktadır. Özellikle Türkiye ile İsrail’i Suriye sahasında karşı karşıya getiren gerilim, iki ülke arasındaki ilişkileri tarihsel olarak çok düşük seviyeye çekmiştir. Türkiye’nin Suriye’de barış ve düzen konusundaki ısrarı, İsrail’in kaos stratejisiyle taban tabana zıttır. Bu zıt yaklaşım, Suriye topraklarını bir bölgesel satranç tahtası haline getirmiştir. Sonuçta, İsrail’in Suriye’yi zayıflatma çabaları sadece Şam’ı değil, Ankara’yı da hedef alan geniş kapsamlı bir jeopolitik hamleye dönüşmüştür.
İsrail’in politikaları Suriye’yi kısa vadede köşeye sıkıştırsa da uzun vadede kesin bir başarı garantisi vermiyor. Suriye halkı ve yeni yönetimi, dış müdahalelere rağmen ülkeyi yeniden ayağa kaldırma iradesini koruyor. Dürzi, Kürt veya Sünni fark etmeksizin çoğu Suriyeli aktör, ülkenin bölünmesine ve sürekli kaos içinde kalmasına sıcak bakmıyor. Nitekim Şam hükümeti, farklı grupları siyasal sisteme entegre ederek ulusal birlik zemini yaratmaya çalışıyor. Böyle bir iç bütünleşme sağlanabildiği takdirde, İsrail’in azınlıklar üzerinden oynadığı kartlar boşa çıkabilir. Aynı zamanda uluslararası baskılar sonucunda İsrail’in Suriye’deki hareket alanı daralırsa, Tel Aviv’in sınırsız askeri müdahale stratejisi de gözden geçirmek zorunda kalabilir.
Son tahlilde, “İsrail neden zayıf bir Suriye istiyor?” sorusu, Ortadoğu’daki güç mücadelesinin temel dinamiklerini ortaya koymaktadır. İsrail, kendi güvenliğini maksimize etmek uğruna komşusunun zayıf kalmasını arzulayan bir strateji izliyor. Bu strateji, bölgedeki diğer aktörler tarafından meydan okumalarla karşılaştığı için de sürdürülebilirliği belirsiz bir seyir izliyor. Suriye’nin geleceği, İsrail’in zayıflatma çabaları ile Suriye halkının ve müttefiklerinin direnme çabası arasında şekilleniyor. Eğer Suriye ulusal bütünlüğünü koruyup yeniden güçlenebilirse, İsrail’in hesapları boşa düşebilir ve bölge daha dengeli bir istikrar ortamına kavuşabilir. Aksi takdirde, İsrail’in zayıf Suriye ısrarı Ortadoğu’da kalıcı bir dengesizlik ve gerilim durumu yaratmaya devam edebilir ve bu durum da sadece Suriye’yi değil tüm bölgeyi etkileyen sonuçlar doğurabilir.
Giriş
2024 yılının son ayında Suriye’deki silahlı muhalifler tarafından başlatılan Düşmanı Caydırma Operasyonu başarı ile sonuçlandı. 13 yıl süren devrimin Suriye’de bir rejim değişikliği ile taçlanmasının yanında bu süreç Ortadoğu jeopolitiğinde yeni bir dönemi başlattı. Aksa Tufanı operasyonu ile başlayan bu dönüşüm süreci, 8 Aralık 2024’te Beşar Esed rejiminin devrilmesiyle devam etti ve Suriye devrimi sadece sıradan bir lider değişiminin ötesinde olmakla kalmadı; aynı zamanda bölgesel güç dengelerini kökten değiştirdi. Bu gelişme İran’ın Suriye’de yıllar içinde kurduğu nüfuz ağını zayıflatırken, İsrail’in güvenlik anlayışında da ‘ani bir kırılma’ yarattı. Tel Aviv, on yıllardır “tanıdık düşman” olarak gördüğü Esed yönetimini öngörülebilir bir tehdit olarak yönetmeye alışmıştı.
Ancak Suriye’de yeni bir yönetimin ortaya çıkması İsrail’de alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Nitekim bu yeni yönetim sadece sivil protestolar ve halkla değil aynı zamanda silahlı mücadele ile iktidara geldi ve İsrail bu beklenmedik değişimi potansiyel tehdit olarak kodladı.
Her ne kadar Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara İsrail’i tehdit eden herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınsa da İsrail, saldırganlığını hat safhaya çıkararak Suriye’nin muhtelif bölgelerini bombaladı. Bu anlamda Suriye’de ortaya çıkan yeni güç dengeleri karşısında İsrail’in saldırganlığının arka planı merak konusu haline geldi. Suriye’nin zayıflamasına ve istikrarsızlaşmasına matuf İsrail’in zayıf Suriye stratejisi birçok açıdan ele alınabilir.
İsrail’in Güvenlik Paradigması ve Zayıf Suriye Tercihi
İsrail’in Suriye politikasının temelinde, güçlü bir merkezi otoriteye sahip bir Şam yönetiminin İsrail’in çıkarlarına aykırı olduğu inancı yatmaktadır. Tel Aviv’deki işgalci Siyonist yönetim, güvenlik doktrini açısından merkezi ve güçlü bir Suriye’yi uzun vadede bölgesel bir tehdit olarak görmektedir. Esed rejimi döneminde bile İsrail, Suriye ile arasında fiili bir denge durumunu korumayı tercih etmiş, Golan Tepeleri’ndeki statükoyu uzun süre muhafaza edebilmiştir. Esed rejimi düşmeden önce iki ülke arasındaki sınır hattı görece sakindi ve 1974’te varılan ateşkes anlaşmasıyla belirlenen tampon bölge korunuyordu. Esed yönetimi her ne kadar İsrail’e resmi olarak hasım olsa da İsrail açısından öngörülebilir bir düşmandı; Tel Aviv beklenmedik sürprizler yerine statükoyu tercih ediyordu. Fakat, Esed rejiminin devrilmesi ve Suriye’de yeni bir sayfa açılması, İsrail’in bu alışılmış güvenlik paradigmasını altüst etti. İsrail, yeni dönemde beliren belirsizlikleri kendi güvenliği için büyük risk olarak algıladı. Özellikle yeni Suriye yönetiminin ideolojik arka planı, silahlı mücadele geçmişi ve bölgesel ittifak tercihlerinin (özellikle Türkiye-Katar ile yakın ilişkiler kurması), Tel Aviv’i en kötü senaryoya hazırlıklı olmaya itti.
İsrail karar alıcılarına göre güçlü ve merkezi bir Suriye, ileride Golan Tepeleri’nin geri alınması için askeri maceraya girişebilir, Filistin davasına daha aktif destek verebilir veya bölgesel anlamda yeniden stratejik bir iş birliğine giderek İsrail’i iki cephede sıkıştırabilir.
Bu yüzden, İsrail’in stratejik tercihi zayıf bir Suriye’den yanadır. Diğer bir ifade ile Siyonist rejim, Şam’da otoritenin tam olarak sağlanamadığı, ordusu güçsüz, karar alma kapasitesi sınırlı ve dış desteğe muhtaç bir komşu görmek istemektedir.
İsrail Başbakanı, Binyamin Netanyahu ve ekibi, Suriye’de devrimin başarıya ulaşmasıyla oluşan yeni yönetimin hızla ülke çapında kontrol sağlamasından endişe duymaktadır. Ahmed Şara liderliğinde kurulan geçiş hükümetinin toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmeye başlaması, çeşitli grupları (örneğin Kürt ve Dürzi unsurlar) devlet yapısına entegre etme yönünde adımlar atması ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin bu yönetimi desteklemesi İsrail’in çıkarlarına aykırı görülmektedir. Bundan ötürü işgalci rejim, Suriye’de istikrar ve güçlü merkezi otoriteyi kendi güvenliği için potansiyel bir tehdit olarak kodlamıştır. Kısacası İsrail, istikrarlı ve güçlü bir Suriye yerine parçalı ve zayıf bir Suriye’yi tercih etmektedir. Bu tercih, “böl ve yönet” mantığıyla ülkenin etnik-mezhepsel fay hatlarını kaşıyarak kontrol edilebilir bir Suriye yaratma arzusunu yansıtmaktadır.
İsrail’in zayıf Suriye vizyonunun bir diğer gerekçesi de İran ve Hizbullah gibi ‘düşman aktörlerin’ etkisini sınırlamak istemesidir. Esed rejimi, İran için Lübnan Hizbullah’ına silah sevkiyatı ve İsrail’e karşı ileri karakol rolü görüyordu. Yeni Suriye yönetimi İran’a mesafe koymuş olsa da Şam’ın yeterince güçlenememesi halinde İran’ın yeniden nüfuz kurma ihtimali İsrail’i rahatsız ediyor. Tel Aviv, Suriye’nin kırılgan kalmasıyla hem İran’ın burada tekrar kök salmasını engelleyeceğini hem de Lübnan’daki Hizbullah’ın lojistik koridorunu kapalı tutabileceğini hesaplıyor. Zayıf Suriye hem İran hem İsrail’in lehine bir durum oluştururken, İsrail bu zayıflığı kendi çıkarına kontrol etme çabasındadır. Dolayısıyla zayıf Suriye, İsrail için İran tehdidinin de kontrol altında tutulması demektir.
Ayrıca, Türkiye faktörü de İsrail’in hesaplarında önemli yer tutmaktadır. Ankara hükümeti, Suriye’de barış ve bütünleşmeyi savunarak yeni Şam yönetimine yoğun destek veriyor. Türkiye’nin amacı, güney sınırında güvenli ve istikrarlı bir komşu oluşması, Suriyeli mültecilerin evlerine dönebileceği bir ortam sağlanması ve terör örgütlerinin (özellikle PKK/YPG’nin) temizlenmesi. Bu doğrultuda Türkiye, Suriye ordusunun yeniden inşasına katkı sağlıyor ve ortak askerî harekâtlar yürütüyor. İsrail ise Türkiye’nin bu nüfuzundan ve Suriye’de artan varlığından rahatsız. Zira istikrarlı bir Suriye, Türkiye’nin bölgede elini güçlendirecek ve İsrail’in hareket alanını daraltacak bir gelişme olarak görülmektedir. Tel Aviv, Suriye’nin parçalanmasının aynı zamanda Türkiye’nin etkinliğini de sınırlayacağını öngörmektedir. Bu nedenle İsrail, Suriye politikasını Ankara’nın çıkarlarına aykırı bir eksende konumlandırmaktan çekinmiyor.
Özetle İsrail’in zayıf Suriye ısrarının arkasında bir dizi stratejik gerekçe bulunmaktadır: Kendi ulusal güvenliğini garanti altına almak, gelecekte ortaya çıkabilecek konvansiyonel bir Arap tehdidini önlemek, İran-Hizbullah eksenini Suriye’den tamamen dışlamak ve Türkiye gibi bölgesel rakiplerin manevra sahasını daraltmak. İsrail’in bu hedefler doğrultusunda Suriye’yi zayıflatmak için başvurduğu birçok yöntem ve araçtan bahsedilebilir.
İsrail’in Suriye’yi Zayıflatmak İçin Kullandığı Araçlar
İsrail, Suriye’yi zayıf tutma stratejisini hayata geçirmek için hem askeri güç kullanmakta hem de diplomatik ve örtülü yöntemlere başvurmaktadır. Tel Aviv, sahadaki fiili adımlarını uluslararası alandaki girişimlerle destekleyerek çok boyutlu bir istikrarsızlaştırma politikası yürütüyor. Bu stratejinin ilk ayağı Suriye’de yoğun biçimde askeri saldırılar icra etmektir. İsrail, Suriye’de rejim değişikliğinin hemen ardından hızlı ve kapsamlı bir askerî saldırılar sürecine girişti. 2024 sonundan itibaren birkaç gün içerisinde yüzlerce hava saldırısı düzenleyerek Suriye’nin yeni yönetimine ait askeri varlıkları hedef aldı. İki yıl içerisinde İsrail’in Suriye topraklarına gerçekleştirdiği hava saldırılarının sayısı bine yaklaştı. Bu saldırılar sonucu Suriye’nin radar istasyonları, hava üsleri, mühimmat depoları, bilimsel araştırma merkezleri ve istihbarat tesislerinin büyük bölümü imha edildi; hatta Suriye donanmasının neredeyse tamamen kullanılamaz hale geldiği rapor edilmiştir. İsrail bu saldırılarla, yeni Suriye devletinin savunma kabiliyetini doğmadan yok etmeyi amaçlamaktadır. Sürekli hava tehdidi altında kalan Şam yönetimi, egemenlik hakkını kullanamaz duruma getirilmek istenmektedir.
Ayrıca İsrail savaş uçakları Suriye’nin güneyinde istediği zaman operasyon yaparak psikolojik bir üstünlük kurmaya çalışmaktadır. Bu yoğun askeri baskı, Suriye halkına da “devletiniz sizi koruyamaz” mesajı vererek yeni yönetime yönelik güveni sarsmayı hedefleyen bir psikolojik yıpratma stratejisinin parçasıdır.
İkinci olarak İsrail rejimi Suriye’ye ait bazı toprakları kontrol etmeye ve tampon bölgelerdeki işgali genişletmeye başlamıştır. Bu anlamda İsrail sadece havadan saldırmakla kalmadı, aynı zamanda Suriye topraklarında fiili kontrol alanları oluşturmaya başladı. Özellikle güneyde, Golan Tepeleri çevresinde 1974’te belirlenmiş silahtan arındırılmış tampon bölgenin dışına çıkarak işgali genişletti. İsrail Başbakanı Netanyahu, 1974 tarihli ateşkes ve kuvvet ayrıştırma anlaşmasının “çöktüğünü” iddia ederek Suriye sınırındaki statükoyu tanımadığını ilan etti. Bu kapsamda İsrail kuvvetleri Kuneytra ve Süveyda illerine doğru bazı köy ve kasabalara girdi. Örneğin, Kuneytra yakınlarında Marriye ve Kodana gibi yerleşimlerin İsrail denetimine geçtiği bildirilmiştir. İsrail ordusu, Golan’ın bitişiğindeki bu kritik bölgelerde “güvenlik koridoru” adı altında kalıcı bir askeri varlık gösteriyor. Bu tampon bölgeler, Suriye’nin güneyinde yeni yönetimin egemenlik kurmasını engelleyen bir duvar işlevi görüyor. Tel Aviv, Şam’ın ileride buralarda tam kontrol sağlamasını önlemek için ani fiili durumlar yaratıyor ve sınır hattını pratikte kendi lehine yeniden çiziyor.
Üçüncü olarak İsrail Suriye’de bazı azınlık grupları vekil aktör olarak kullanmaktadır. Diğer bir ifade ile İsrail’in Suriye’yi zayıflatma stratejisinin en dikkat çekici boyutlarından biri, ülkenin etnik ve mezhepsel çeşitliliğini kendi lehine kullanma çabasıdır. Tel Aviv, Suriye’de merkezi otoriteyi zayıflatmak için Dürziler, Kürtler ve hatta Nusayri (Arap Alevi) topluluklar gibi gruplarla taktiksel ittifaklar geliştiriyor. Bu yaklaşım, İsrail’in tarihsel “azınlıklarla ittifak” doktrininin güncellenmiş bir versiyonu olarak görülebilir. Özellikle güneydeki Süveyda ilinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Dürzi toplumu, bu politikanın hem aracı hem de hedefi haline gelmiştir. İsrail, Süveyda’da kendisini Dürzi azınlığın hamisi konumuna sokarak buradaki ayrılıkçı eğilimleri desteklemeye çalışıyor. Dürzi ruhani liderlerinden Şeyh Hikmet el-Hicri ve etrafında toplanan silahlı unsurlar, İsrail’le dolaylı temaslar kurarak Şam’daki merkezi yönetime karşı mesafeli bir tutum benimsediler.
2025 yılı içinde Süveyda’da ortaya çıkan “Askeri Konsey” adlı Dürzi milis yapılanması, Tel Aviv’in örtülü desteği sayesinde güçlendi ve bölgede Şam otoritesine meydan okur hale geldi. Bu yapı, kendini Dürzi halkını koruyan yerel bir güç olarak lanse etse de Şam yönetimi ve çoğu Suriyeli tarafından İsrail güdümlü bir vekil aktör olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Süveyda’da İsrail yanlısı çizgide hareket eden milisler ile merkezi ordu arasında zaman zaman gerginlikler ve çatışmalar yaşanıyor.
Benzer şekilde, İsrail kuzeydoğu Suriye’de faaliyet gösteren PKK/YPG unsurlarını da dolaylı olarak denklemde tutmaya çalışıyor. ABD’nin desteğiyle bölgede özerklik arayışında olan bu terör oluşumları, Şam’ın ülke genelinde tam egemenlik kurmasını zorlaştıran faktörlerden biri olarak görülebilir. İsrail, Washington üzerinden Kürt güçlerine verilen desteğin sürmesini teşvik ederek Suriye’nin bütünlüğünün tam anlamıyla sağlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Ayrıca DEAŞ gibi radikal örgütlerin zaman zaman Suriye’de yeniden boy göstermesi de Tel Aviv için çok rahatsız edici bir durum değildir; zira bu tür kaos unsurları yeni yönetimi sürekli bir güvenlik tehdidiyle uğraştırarak enerjisini tüketmektedir. Özetle, İsrail azınlık gruplarını kışkırtıp silahlandırarak Suriye içinde bir “içeriden çökertme” mekanizması işletmeye çalışmaktadır. Bu durum, Suriye toplumundaki fay hatlarını derinleştirerek merkezi hükümetin ülkeye tam hakim olmasını geciktirmektedir.
Üçüncü olarak İsrail, Suriye’yi zayıflatmak için diplomatik ve ekonomik baskı politikaları hayata geçirmektedir. Tel Aviv’in saha dışında da Suriye’yi zayıflatmak için devreye soktuğu önemli araçlar bulunmaktadır. Bunların başında, uluslararası alanda yeni Suriye yönetimini tanınmaz kılma ve ekonomik açıdan boğma girişimleri gelmektedir. İsrail, özellikle Batı dünyasında yoğun bir lobi faaliyeti yürüterek Ahmed Şara liderliğindeki hükümetin meşruiyetini tartışmalı hale getirmeye çalışıyor. Washington ve Avrupa başkentlerinde “yeni Suriye radikal unsurların kontrolünde, güvenilmez bir yapıdır” söylemi yayılarak diplomatik izolasyon uygulanması hedefleniyor. Bu lobinin etkisiyle, Suriye’deki yeni yönetime şu ana dek temkinli yaklaşan ve resmen tanımayan ülkeler bulunmaktadır. Dahası, ülkenin hayati ihtiyacı olan yeniden imar fonlarının ve yabancı yatırımların engellenmesi için de İsrail perde arkasında girişimlerde bulunuyor. Süregelen ABD ve AB yaptırımlarının kaldırılmasına yönelik tartışmalar, İsrail yanlısı çevrelerin baskısıyla sonuçsuz kalıyor. Böylece Şam’ın ekonomik olarak güçlenmesinin önüne geçilerek zayıf kalması sağlanmak isteniyor. Ekonomik darboğaz içindeki bir Suriye, halkına yeterli hizmet götüremeyen ve ordusunu-modernizasyonunu yapamayan bir Suriye demektir. Bu durum da doğrudan İsrail’in arzuladığı zafiyet halini pekiştirmektedir.
Dördüncü olarak İsrail, Suriye yönetimi hakkında kara propaganda, dezenformasyon ve meşruiyetini zayıflatmak adına politikalar gütmektedir. Dolayısıyla İsrail’in Suriye’yi zayıflatmaya yönelik uyguladığı bir diğer strateji de algı yönetimi ve kimlik mühendisliğidir. Uluslararası medya ve kamuoyu nezdinde yeni Suriye yönetimi hakkında şüphe yaratmak, İsrail’in önemli hedeflerinden biridir. Özellikle terörle mücadele söylemini kullanarak, “Suriye’deki stratejik silahların aşırılık yanlısı grupların eline geçmesini önleme” iddiasıyla yaptıkları operasyonları meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Örneğin İsrail Dışişleri yetkilileri, düzenledikleri hava saldırılarını “teröristlerin eline geçebilecek kimyasal silah ve uzun menzilli füze depolarını proaktif olarak imha ediyoruz” şeklinde dünyaya duyurdu. Bu söylem, İsrail’i savunmada hareket eden makul aktör olarak lanse etme çabasının parçasıdır. Aynı zamanda Suriye içinde de bazı azınlık gruplara “koruyucu” rolü üstlenerek kendini meşru göstermeye çalışmaktadır. Dürzi toplumuna ve diğer gruplara yönelik propagandasında, İsrail’in bölgedeki varlığını insani yardım ve koruma amacıyla sürdürdüğü ileri sürülmektedir. Fakat bu bilgi savaşı her zaman İsrail lehine sonuç vermiyor. Suriye içinde geniş kesimler İsrail’i açık bir işgalci ve kaos yayıcı güç olarak gördüğünden, Tel Aviv’in propaganda hamleleri ters tepebiliyor. Nitekim Süveyda’daki Dürzi kitle gösterilerinde İsrail karşıtı sloganlar atılması, yerel halkın bir kısmının Tel Aviv’in gerçek niyetini kavradığına işaret ediyor. Uzun vadede, İsrail’in bu tarz psikolojik harp yöntemleri Suriye milliyetçiliğini bile güçlendirebilir ve zayıf düşürmek istediği ülkede aksine bir direnç ruhu uyandırabilir.
Bütün bu politikalardan anlaşılacağı üzere, İsrail askeri şiddetten diplomatik manevralara kadar geniş bir yelpazede Suriye’nin toparlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu strateji, kısa vadede Suriye’yi savunmasız bırakma ve yeni yönetimi köşeye sıkıştırma hedefinde kısmen başarılı olsa da sürdürülebilir bir politika olmadığı aşikardır. Zira sahadaki ve bölgedeki diğer aktörler, İsrail’in bu planına tepki vermeye ve dengelemeye başlamıştır. Sadece Türkiye, Katar gibi devrim yanlısı aktörler değil aynı zamanda ABD başkanı Donald Trump dahi birçok Batılı aktör İsrail saldırganlığına rağmen yeni Suriye yönetimini kabullenmiş, İsrail’in saldırganlığına karşı Suriye’nin istikrara kavuşması yönünde diplomatik, ekonomik ve askeri adımlar atmıştır.
Bölgesel Dengeler: İsrail’in Planı ve Türkiye’nin Tutumu
İsrail’in zayıf Suriye stratejisi, bölgedeki diğer önemli aktörlerin çıkarlarıyla çatıştığı için Suriye meselesi bir bölgesel güç mücadelesine dönüşmüş durumdadır. Bu tabloda özellikle Türkiye’nin tutumu dikkat çekmektedir. Ankara, Suriye’de İsrail’in arzuladığı türden kalıcı bir kaosun oluşmasına karşı çıkmaktadır. Nitekim Türkiye, Suriye’de yaşanan dönüşümde en belirgin karşı denge unsuru olarak öne çıkıyor. Ankara, hemen sınırının yanı başındaki komşusunun toprak bütünlüğünü ve siyasi istikrarını bir ulusal güvenlik önceliği olarak tanımlamıştır. Bu nedenle, Esed sonrası dönemde Suriye’de kurulan yeni yönetime aktif destek vermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki hükümet, Suriye’de kalıcı barış ve düzen için hem diplomatik hem de askeri adımlar attı. Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye ordusuyla koordinasyon halinde terörle mücadele operasyonları yürütmekte; istihbarat paylaşımı ve eğitim desteği sağlamaktadır. Ayrıca Türkiye, Suriye’nin yeniden imarı ve mültecilerin geri dönüşü konularında da uluslararası platformda öncü rol üstlenmektedir. Bu durum İsrail’in planlarını zora sokan en önemli faktörlerden biridir. Zira Türkiye’nin desteği, yeni Şam yönetiminin hem sahada güç kazanmasına hem de uluslararası meşruiyet elde etmesine katkı yapıyor.
İsrail ile Türkiye bu nedenle Suriye üzerinde dolaylı bir bilek güreşi içerisindedir. İsrail, Türkiye’nin Suriye’deki etkinliğini kırmak için zaman zaman doğrudan hasmane eylemlere de başvurmuştur. Örneğin, basına yansıyan haberlere göre Türkiye’nin Suriye’de kullanacağı bazı askeri üsler ve tesisler İsrail hava saldırılarının hedefi oldu. 2025 yılı başlarında Türkiye’nin Halep yakınlarındaki Minak Hava Üssü ile Humus çölündeki Palmira (Tedmur) çevresine ve T4 olarak bilinen askeri üsse konuşlanacağı iddiaları ortaya çıkınca, İsrail jetleri uluslararası hukuka aykırı şekilde bu bölgeleri bombaladı. Yine İsrail medyasında Türkiye, “Neo-Osmanlı yayılmacılığı” ile suçlanarak bölgeyi ilhak etmeye çalışmakla itham edildi. Karşılıklı diplomatik atışmalar da hız kazandı: Tel Aviv hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Suriye’yi karıştırmakla eleştirirken; Ankara tarafı da açıkça İsrail’i Ortadoğu’nun barış ve güvenliği için en büyük tehdit olarak niteledi. Nitekim Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 2025 yazında yaptığı bir açıklamada İsrail’in bölgeyi istikrarsızlaştıran saldırgan politikaları çok sert ifadelerle kınandı. Bu gelişmeler, İsrail’in Suriye politikasının yalnız Suriye-İsrail ilişkilerini değil, Türkiye-İsrail hattında da ciddi bir gerilim yarattığını göstermektedir.
Uluslararası toplumda Suriye’nin yeniden istikrara kavuşmasını destekleyen ve İsrail’in aşırı agresif hamlelerine set çekmek isteyen bazı güçler de mevcuttur. Özellikle ABD’nin tutumu burada kritik görülmektedir. Washington yönetimi hem İsrail’in hem de Türkiye’nin müttefiki konumunda olduğundan, iki taraf arasındaki gerilimi yönetmeye çalışıyor. ABD Başkanı Donald Trump, 2025 yılında Netanyahu ile yaptığı bir görüşmede İsrail’e, Türkiye’yi bölgede “kritik bir ortak” olarak görmeleri gerektiğini ve Suriye konusunda daha temkinli olmalarını telkin etti. Bu, ABD’nin İsrail’e Suriye’de frene basması yönünde bir uyarısı olarak değerlendirildi. Nitekim 2025 sonunda Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde gerçekleştirilen çok taraflı görüşmelerde, Gazze’deki ateşkes anlaşmasına paralel olarak Suriye’de de benzer bir tansiyon düşürme mekanizması aranması gündeme geldi. Amerika, İsrail’e Suriye’nin güneyinde daha fazla ileri gitmemesi konusunda diplomatik baskı uyguluyor; zira bölgede İsrail ile yeni bir çatışmanın ortaya çıkmasını hiçbir aktör arzulamamaktadır. Bununla birlikte, Washington’un Tel Aviv üzerindeki nüfuzu sınırlı kaldığından, İsrail-Suriye bağlamında henüz kapsamlı bir uzlaşma sağlanamamıştır.
Diğer yandan, Rusya da Suriye’nin bütünlüğünü koruma hedefinde dolaylı bir aktör olarak konumlandırılabilir. Kremlin, yeni Suriye yönetimiyle seviyeli de olsa bir ilişki kurdu ve ülkedeki askeri varlığını (özellikle Tartus deniz üssü ve Hmeymim hava üssü) sürdürerek denge unsuru olmayı planlıyor. Hatta basına yansıyan bazı haberlere göre Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, Ekim 2025’te Moskova’yı ziyaretinde Putin’den Suriye’nin güneyine Rus askeri polis güçleri konuşlandırmasını rica etti. Bu talebin ardında, İsrail’in sınırsız harekât kabiliyetini kısıtlayacak uluslararası bir caydırıcılık oluşturma isteği yatıyor. Eğer Rusya sınıra bir güç yerleştirirse, İsrail’in gelişigüzel saldırıları zorlaşabilir. Bu da Şam’ın “zayıf kalmama” çabasının bir parçası olarak okunabilir. Diğer bir ifade ile yeni Suriye yönetimi, İsrail’in zayıflatma hamlelerine karşı hem bölgesel (Türkiye ile iş birliği gibi) hem de küresel aktörlerin desteğini almaya çalışarak cevap veriyor.
Sonuç
İsrail’in “zayıf Suriye” stratejisi, kendi ulusal güvenlik hesapları çerçevesinde kısa vadede rasyonel görülebilir. Tel Aviv, geçmiş tecrübelerinden hareketle, güçlü Arap komşular yerine parçalanmış ve iç sorunlarıyla boğuşan komşuların varlığını tercih etmektedir. Güçsüz bir Suriye; ne Golan Tepeleri’ni geri talep edebilecek cesareti bulabilir, ne Lübnan’daki Hizbullah’a açık destek verebilir, ne de Filistin meselesinde İsrail’e karşı etkili bir cephe oluşturabilir. Ayrıca, Suriye’nin parçalı kalması İsrail’in bölgede askerî üstünlüğünü pekiştirir ve gerektiğinde komşu topraklara operasyon yapmasını kolaylaştırır. Tüm bu nedenlerle İsrail, Suriye’nin yeniden egemen, birleşik ve güçlü bir devlet haline gelmemesi gerektiğini bir kırmızı çizgi olarak benimsemiştir.
Ancak bu stratejinin bir takım bedelleri ve riskleri de içerisinde barındırmaktadır. İsrail’in istikrarsızlık yaratan adımları, bölgedeki çatışma dinamiklerini derinleştirmekte ve yeni husumet cepheleri doğurmaktadır. Özellikle Türkiye ile İsrail’i Suriye sahasında karşı karşıya getiren gerilim, iki ülke arasındaki ilişkileri tarihsel olarak çok düşük seviyeye çekmiştir. Türkiye’nin Suriye’de barış ve düzen konusundaki ısrarı, İsrail’in kaos stratejisiyle taban tabana zıttır. Bu zıt yaklaşım, Suriye topraklarını bir bölgesel satranç tahtası haline getirmiştir. Sonuçta, İsrail’in Suriye’yi zayıflatma çabaları sadece Şam’ı değil, Ankara’yı da hedef alan geniş kapsamlı bir jeopolitik hamleye dönüşmüştür.
İsrail’in politikaları Suriye’yi kısa vadede köşeye sıkıştırsa da uzun vadede kesin bir başarı garantisi vermiyor. Suriye halkı ve yeni yönetimi, dış müdahalelere rağmen ülkeyi yeniden ayağa kaldırma iradesini koruyor. Dürzi, Kürt veya Sünni fark etmeksizin çoğu Suriyeli aktör, ülkenin bölünmesine ve sürekli kaos içinde kalmasına sıcak bakmıyor. Nitekim Şam hükümeti, farklı grupları siyasal sisteme entegre ederek ulusal birlik zemini yaratmaya çalışıyor. Böyle bir iç bütünleşme sağlanabildiği takdirde, İsrail’in azınlıklar üzerinden oynadığı kartlar boşa çıkabilir. Aynı zamanda uluslararası baskılar sonucunda İsrail’in Suriye’deki hareket alanı daralırsa, Tel Aviv’in sınırsız askeri müdahale stratejisi de gözden geçirmek zorunda kalabilir.
Son tahlilde, “İsrail neden zayıf bir Suriye istiyor?” sorusu, Ortadoğu’daki güç mücadelesinin temel dinamiklerini ortaya koymaktadır. İsrail, kendi güvenliğini maksimize etmek uğruna komşusunun zayıf kalmasını arzulayan bir strateji izliyor. Bu strateji, bölgedeki diğer aktörler tarafından meydan okumalarla karşılaştığı için de sürdürülebilirliği belirsiz bir seyir izliyor. Suriye’nin geleceği, İsrail’in zayıflatma çabaları ile Suriye halkının ve müttefiklerinin direnme çabası arasında şekilleniyor. Eğer Suriye ulusal bütünlüğünü koruyup yeniden güçlenebilirse, İsrail’in hesapları boşa düşebilir ve bölge daha dengeli bir istikrar ortamına kavuşabilir. Aksi takdirde, İsrail’in zayıf Suriye ısrarı Ortadoğu’da kalıcı bir dengesizlik ve gerilim durumu yaratmaya devam edebilir ve bu durum da sadece Suriye’yi değil tüm bölgeyi etkileyen sonuçlar doğurabilir.
Bu Sayfada:
title
title
title
İlginizi çekebilir
İlginizi çekebilir
İlginizi çekebilir







