Körfez'in Filistin Politikası

Körfez'in Filistin Politikası

18 Kasım 2025

Dr. Öğr. Üyesi Hamdullah Baycar

Giriş

Suudi Arabistan’ın da içinde yer aldığı ve altı monarşiden oluşan Körfez İş birliği Konseyi (KİK), Suudi Arabistan hariç uzun yıllar uluslararası ilişkilerde çevre bir konumda bulunmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları, ardından gelen Arap ayaklanmaları, iç savaşlar, darbeler ve dış müdahaleler sonucunda Bağdat, Şam, Kahire ve Trablus gibi geleneksel Arap merkezleri ideolojik ve siyasi ağırlıklarını kaybetmiş; Arap dünyasında merkez–çevre dengesi köklü biçimde değişmiş ve Riyad, Doha ile Abu Dabi yeni bölgesel merkezler olarak öne çıkmıştır.[1]

Bu dönüşüm Filistin meselesine yönelik Körfez politikalarında da kendini göstermiştir. Suudi Arabistan dışındaki Körfez ülkeleri, geçmişte diplomatik veya maddi destek dışında sınırlı bir rol oynarken, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu bazı çevrelerce Körfez’in merkeze yükselişinin bir göstergesi olarak yorumlanmış; sonraki gelişmeler bu değerlendirmeyi büyük ölçüde doğrulamıştır.

Filistin hem bir dava olarak hem de Filistinliler ile Mısırlıların Körfez devletlerinin modernleşme ve inşa süreçlerindeki katkıları nedeniyle Körfez ülkeleri için tarihsel olarak önemli bir mesele olmuştur.[2] 1973 petrol ambargosu ve BAE Devlet Başkanı Şeyh Zayid’in “Arap petrolü Arap kanından değerli değildir” sözleri bu tarihsel önemin çarpıcı örnekleridir.[3] Suudi Arabistan’ın 2002’de Arap Barış Girişimi’ne öncülük etmesi de Filistin meselesini bölgesel bir çözüm çerçevesine oturtma çabasının simgesidir.

Ancak zaman içinde Körfez devletlerinin tehdit algıları değişmiş; özellikle BAE, Bahreyn, Umman ve Suudi Arabistan için bölgesel ve küresel tehditlerin şekli değişmiştir. Bu ülkelerin bazıları için İran İsrail’den daha öncelikli bir tehdit haline gelmiştir. Bu nedenle bazı Körfez ülkeleri, İsrail’i “düşman” olarak görmekten uzaklaşmış ve İran karşısında İsrail’le işbirliğini daha rasyonel bir seçenek olarak değerlendirmiştir. Bu durum Körfez’in Filistin politikalarında belirgin bir dönüşüm yaratmıştır.

2010 sonrası Suudi Arabistan ve BAE’nin şekillendirdiği ideolojik kutuplaşma, Hamas gibi aktörlere yönelik mesafeli ve olumsuz yaklaşımı daha da pekiştirmiştir. Ancak Aksa Tufanı ve sonrasında İsrail’in gerçekleştirdiği soykırım, Körfez ülkeleri için ciddi bir siyasi test oluşturmuştur. Bir yandan ABD ile stratejik ilişkilerini Filistin uğruna riske atmaktan kaçınırken, diğer yandan kamuoylarının ve Müslüman dünyanın tepkileri karşısında belirli düzeyde ses çıkarmak zorunda kalmışlardır.

Bu süreçte özellikle BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Umman ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Buna karşılık Kuveyt ve Katar, İsrail’e karşı daha mesafeli ve geleneksel çizgilerini koruyan ülkeler arasında yer almış; Katar arabuluculuk rolüyle öne çıkarken, Kuveyt Filistin devletini savunan en sert diplomatik söylemlerden bazılarını kullanmıştır.

Aksa Tufanı Suudi–İsrail Normalleşmesini Engellemek İçin mi Yapıldı?

Körfez’in merkezileştiğini savunan görüşlerden biri, Aksa Tufanı operasyonunun zamanlamasını doğrudan Suudi Arabistan–İsrail normalleşmesiyle ilişkilendirir. 2020’de duyurulan İbrahim Anlaşmalarıyla BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşmesi başlamış, bu zincire daha sonra Fas ve Sudan da eklenmiştir. Bu nedenle bazı çevreler, sıradaki normalleşme adımının Suudi Arabistan olacağını ve Aksa Tufanı’nın bu süreci engellemek amacıyla gerçekleştirildiğini iddia etmiştir.[4]

Bu iddiaya göre, Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapması nedeniyle İsrail’le bir normalleşme süreci yalnızca ikili siyasi bir adım olmayacak, İsrail’e geniş bir meşruiyet ve İslam dünyasında bir kırılma kazandıracaktı. Bu nedenle saldırının, Suudi normalleşmesini ve hatta diğer Müslüman ülkelerde bu yöndeki eğilimleri durdurmayı amaçladığı öne sürülmüştür.

Bu iddiaların doğruluğu kesin olarak bilinmese de Suudi Arabistan’ın bağımsız bir Filistin devleti kurulmadan İsrail’le normalleşmeyeceğini açıkça dile getirmesi, bu argümanların siyasal karşılık bulmasına katkı sağlamıştır.[5] Bununla birlikte, normalleşmeyi daha önce gerçekleştiren BAE ve Bahreyn açısından geri adım söz konusu olmamış; iki ülke İbrahim Anlaşmaları kapsamındaki politikalarını sürdürmüştür.

Normalleşmenin Ötesi: Körfez’in Arabuluculuk Rolü

Gazze’deki yıkım ve sivil kayıpların ardından arabuluculukta en öne çıkan Körfez ülkesi Katar olmuştur. Katar’ın Hamas siyasi bürosuna ev sahipliği yapması ve bu ilişkisini ABD’nin bilgisi dahilinde sürdürmesi, İsrail’in sert tepkisini çekmiş; İsrail, Katar’ı Hamas’a dokunulmazlık sağlamakla suçlamış ve Katar topraklarına yönelik saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırı, ABD’nin doğrudan güvenlik şemsiyesi altında bulunan Katar’da gerçekleştiği için Washington’un da tepkisini çekmiş ve İsrail özür dilemek zorunda kalmıştır.

Suudi Arabistan ise Hamas ve İsrail ile doğrudan temas kurmaktan kaçınmıştır. Bunun yerine, 2025 yazında Fransa ile birlikte New York’ta bir konferans düzenleyerek iki devletli çözüm sürecini yeniden canlandırmaya çalışmış ve kendisini Filistin haklarının savunucusu ile bölgesel istikrarın garantörü olarak konumlandırmıştır. Riyad’ın önerisi; silahsızlandırılmış bir Filistin devleti, Hamas’ın silahsızlandırılması ve Gazze’nin yönetiminin reform edilmiş bir Filistin Yönetimi’ne devri üzerine kuruluydu.[6]

Ancak İsrail’in Ağustos 2025’te Gazze Şehri’ni işgal etme ve bölgede süresiz askerî varlık sürdürme kararı Suudi Arabistan tarafından açıkça kınanmış ve Riyad’ın diplomatik girişimlerini boşa çıkarmıştır. Bu karar, İsrail’in güvenlik garantisi olarak yalnızca doğrudan askerî kontrolü kabul ettiğini ve Suudi Arabistan’ın güvenlik teminatları içeren iki devletli çözüm planını reddettiğini göstermiştir.

Bundan sonra ne olacak?

ABD Başkanı Trump her ne kadar tutarlı olmasa da zaman zaman İsrail’in sürdürdüğü soykırım politikalarından rahatsızlığını dile getirdiği dönemler olmuştur. Bu açıklamaların bir sonucu olarak Trump’ın bölge ülkeleriyle —hatta neredeyse tüm uluslararası aktörlerle— birlikte giriştiği bir barış planı gündeme gelmiştir. Trump’ın 7 Ekim sonrası başkanlık döneminde ortaya koyduğu ve Gazze’yi bir “tatil beldesine” dönüştürmeyi öngören planla karşılaştırıldığında, bu yeni planın daha ciddi bir gelişme olduğu söylenebilir. Plan; ateşkes, uluslararası bir gücün konuşlandırılması ve Gazze’nin yeniden inşası gibi maddeler içermektedir. Bu süreçlerde Körfez ülkeleri ile Türkiye ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin önemli roller üstlenmesi beklenmektedir.

Körfez’in aslında tekil ve homojen bir Filistin politikası olmadığı açıktır. Dolayısıyla Hamas’la ilişki, Gazze’nin yeniden inşası, İsrail ile ilişkiler ve benzeri birçok konuda Körfez içinde hem görüş hem de öncelik farklılıkları bulunmaktadır.

BAE ve Bahreyn, İsrail ve ABD ile ilişkilerine zarar vermeyen bir Filistin politikası izlemek isterken; Umman, ABD ile ilişkilerini riske atmadan ancak İsrail’le resmî bir normalleşmeye girmeden süreci yönetmeyi tercih etmektedir. Katar, İsrail ile normalleşme yoluna gitmese de üstlendiği arabuluculuk rolü sayesinde önemli bir statü kazanmıştır. Kuveyt ise kamuoyu baskısının da etkisiyle bir yandan İsrail’i dışlayan bir söylem sürdürmekte, diğer yandan da Filistin davasında öne çıkmayı arzulamaktadır.

Bu ülkeler arasında Filistin siyasetinde en belirgin ikilemi yaşayan devlet ise Suudi Arabistan’dır. Bir yandan ABD ile ilişkilerini askerî anlaşmalar ve nükleer teknolojide kazanımlar üzerinden güçlendirmek isteyen Riyad, diğer yandan ABD’nin ön şart olarak sunduğu İsrail’le normalleşmenin hem içeride hem dışarıda ciddi bir meşruiyet krizine yol açacağından çekinmektedir.

Tüm bu dinamikler ışığında, Umman’ın İsrail’le normalleşmesi imkânsız değildir; ancak Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşmesi, bölgedeki güç dengeleri açısından İsrail’in lehine geri döndürülemez bir meşruiyet kazanımı yaratacağı için çok daha zorlu ve düşük ihtimalli görünmektedir.

Sonuç

Aksa Tufanı sonrası ortaya çıkan jeopolitik tablo, Körfez ülkelerinin Filistin meselesine yaklaşımını hem iç dinamikler hem de bölgesel dengeler açısından yeniden şekillendirmiştir. Filistin meselesi tarihsel olarak Körfez siyasetinde sembolik bir dayanışma başlığı olsa da son yıllarda tehdit algılarının değişmesi, İran’ın bölgesel etkisinin artması, ABD’nin bölgedeki rolünün dönüşmesi ve normalleşme süreçlerinin ortaya çıkardığı fırsat–risk dengesi Körfez ülkelerini birbirinden farklı konumlara taşımıştır. BAE ve Bahreyn’in İsrail ile normalleşmeyi stratejik bir tercih olarak sürdürmesi, Katar’ın arabuluculuk rolüyle uluslararası alanda ayrı bir konuma yerleşmesi, Kuveyt’in toplumsal baskı ile şekillenen Filistin yanlısı pozisyonu ve Umman’ın düşük profilli denge siyaseti Körfez’in ne kadar heterojen bir yapı hâline geldiğini göstermektedir.

Körfez içinde en kritik ikilemi yaşayan ülke kuşkusuz Suudi Arabistan’dır. ABD ile güvenlik, savunma teknolojisi ve nükleer iş birliği üzerinden yeni bir stratejik düzen kurmak isteyen Riyad, buna karşılık içeride kamuoyu ve ulema çevrelerinin, dışarıda ise İslam dünyasının güçlü tepkisi nedeniyle İsrail ile normalleşme sürecine temkinli yaklaşmak zorunda kalmaktadır.

Gazze’deki yıkımın ve İsrail’in açık işgal politikasının devam etmesi, Suudi Arabistan’ın iki devletli çözüm için geliştirdiği diplomatik inisiyatifleri zayıflatmış, normalleşme olasılığını ise orta vadede oldukça düşük bir ihtimal hâline getirmiştir. Bu şartlar altında Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşmeye yönelmesi, İsrail’e bölge genelinde geri döndürülemez bir meşruiyet kazandıracağından, Riyad açısından hem stratejik hem de normatif maliyetleri yüksek bir adım olacaktır.

Önümüzdeki dönemde Körfez’in Filistin politikasının üç ana eksen üzerinden şekillenmesi beklenmektedir: (1) Katar’ın arabuluculuk rolü ve uluslararası görünürlüğü artarak sürecektir; (2) BAE ve Bahreyn’in normalleşme çizgisi korunacak, ancak sahadaki gelişmeler bu ilişkileri zaman zaman baskı altına alacaktır; (3) Suudi Arabistan ise bir yandan ABD ile ilişkileri derinleştirirken diğer yandan Filistin meselesindeki sembolik liderlik konumunu kaybetmemeye çalışacaktır.


Son Notlar

[1] Sultan Sooud Al Qassemi, “Gulf Cities Emerge As New Centers of Arab World - Al-Monitor: The Pulse of the Middle East”, Al Monitor, 10 Ağustos 2013, https://www.al-monitor.com/originals/2013/10/abu-dhabi-dubai-doha-arab-centers.html.

[2] Kristian Coates Ulrichsen, The Gulf States and Israeli-Palestinian Conflict Resolution, no. 61, Baker Institute Policy Report (The James A. Baker III Institute For Public Policy of Rice University, 2014), https://www.bakerinstitute.org/research/gulf-states-and-israeli-palestinian-conflict-resolution.

[3] Lawrence Joffe, “Sheikh Zayed Bin Sultan Al Nahyan”, World News, The Guardian, 03 Kasım 2004, https://www.theguardian.com/news/2004/nov/03/guardianobituaries.israel.

[4] Mehmet Rakipoglu, “After Years of Occupation: Was October 7 A Disastrous Blunder?”, Fair Observer, 07 Kasım 2025, https://www.fairobserver.com/world-news/middle-east-news/after-years-of-occupation-was-october-7-a-disastrous-blunder/.

[5] Mohammad Sıo, “Saudi Arabia says no normalization with Israel without establishing Palestinian state”, Anadolu Agency, 28 Temmuz 2025, https://www.aa.com.tr/en/middle-east/saudi-arabia-says-no-normalization-with-israel-without-establishing-palestinian-state/3644621.

[6] “Saudi Arabia’s Response to Israel’s New Security Doctrine in the Levant”, Arab Center Washington DC, 14 Ağustos 2025, https://arabcenterdc.org/resource/saudi-arabias-response-to-israels-new-security-doctrine-in-the-levant/.

Giriş

Suudi Arabistan’ın da içinde yer aldığı ve altı monarşiden oluşan Körfez İş birliği Konseyi (KİK), Suudi Arabistan hariç uzun yıllar uluslararası ilişkilerde çevre bir konumda bulunmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları, ardından gelen Arap ayaklanmaları, iç savaşlar, darbeler ve dış müdahaleler sonucunda Bağdat, Şam, Kahire ve Trablus gibi geleneksel Arap merkezleri ideolojik ve siyasi ağırlıklarını kaybetmiş; Arap dünyasında merkez–çevre dengesi köklü biçimde değişmiş ve Riyad, Doha ile Abu Dabi yeni bölgesel merkezler olarak öne çıkmıştır.[1]

Bu dönüşüm Filistin meselesine yönelik Körfez politikalarında da kendini göstermiştir. Suudi Arabistan dışındaki Körfez ülkeleri, geçmişte diplomatik veya maddi destek dışında sınırlı bir rol oynarken, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu bazı çevrelerce Körfez’in merkeze yükselişinin bir göstergesi olarak yorumlanmış; sonraki gelişmeler bu değerlendirmeyi büyük ölçüde doğrulamıştır.

Filistin hem bir dava olarak hem de Filistinliler ile Mısırlıların Körfez devletlerinin modernleşme ve inşa süreçlerindeki katkıları nedeniyle Körfez ülkeleri için tarihsel olarak önemli bir mesele olmuştur.[2] 1973 petrol ambargosu ve BAE Devlet Başkanı Şeyh Zayid’in “Arap petrolü Arap kanından değerli değildir” sözleri bu tarihsel önemin çarpıcı örnekleridir.[3] Suudi Arabistan’ın 2002’de Arap Barış Girişimi’ne öncülük etmesi de Filistin meselesini bölgesel bir çözüm çerçevesine oturtma çabasının simgesidir.

Ancak zaman içinde Körfez devletlerinin tehdit algıları değişmiş; özellikle BAE, Bahreyn, Umman ve Suudi Arabistan için bölgesel ve küresel tehditlerin şekli değişmiştir. Bu ülkelerin bazıları için İran İsrail’den daha öncelikli bir tehdit haline gelmiştir. Bu nedenle bazı Körfez ülkeleri, İsrail’i “düşman” olarak görmekten uzaklaşmış ve İran karşısında İsrail’le işbirliğini daha rasyonel bir seçenek olarak değerlendirmiştir. Bu durum Körfez’in Filistin politikalarında belirgin bir dönüşüm yaratmıştır.

2010 sonrası Suudi Arabistan ve BAE’nin şekillendirdiği ideolojik kutuplaşma, Hamas gibi aktörlere yönelik mesafeli ve olumsuz yaklaşımı daha da pekiştirmiştir. Ancak Aksa Tufanı ve sonrasında İsrail’in gerçekleştirdiği soykırım, Körfez ülkeleri için ciddi bir siyasi test oluşturmuştur. Bir yandan ABD ile stratejik ilişkilerini Filistin uğruna riske atmaktan kaçınırken, diğer yandan kamuoylarının ve Müslüman dünyanın tepkileri karşısında belirli düzeyde ses çıkarmak zorunda kalmışlardır.

Bu süreçte özellikle BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Umman ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Buna karşılık Kuveyt ve Katar, İsrail’e karşı daha mesafeli ve geleneksel çizgilerini koruyan ülkeler arasında yer almış; Katar arabuluculuk rolüyle öne çıkarken, Kuveyt Filistin devletini savunan en sert diplomatik söylemlerden bazılarını kullanmıştır.

Aksa Tufanı Suudi–İsrail Normalleşmesini Engellemek İçin mi Yapıldı?

Körfez’in merkezileştiğini savunan görüşlerden biri, Aksa Tufanı operasyonunun zamanlamasını doğrudan Suudi Arabistan–İsrail normalleşmesiyle ilişkilendirir. 2020’de duyurulan İbrahim Anlaşmalarıyla BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşmesi başlamış, bu zincire daha sonra Fas ve Sudan da eklenmiştir. Bu nedenle bazı çevreler, sıradaki normalleşme adımının Suudi Arabistan olacağını ve Aksa Tufanı’nın bu süreci engellemek amacıyla gerçekleştirildiğini iddia etmiştir.[4]

Bu iddiaya göre, Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapması nedeniyle İsrail’le bir normalleşme süreci yalnızca ikili siyasi bir adım olmayacak, İsrail’e geniş bir meşruiyet ve İslam dünyasında bir kırılma kazandıracaktı. Bu nedenle saldırının, Suudi normalleşmesini ve hatta diğer Müslüman ülkelerde bu yöndeki eğilimleri durdurmayı amaçladığı öne sürülmüştür.

Bu iddiaların doğruluğu kesin olarak bilinmese de Suudi Arabistan’ın bağımsız bir Filistin devleti kurulmadan İsrail’le normalleşmeyeceğini açıkça dile getirmesi, bu argümanların siyasal karşılık bulmasına katkı sağlamıştır.[5] Bununla birlikte, normalleşmeyi daha önce gerçekleştiren BAE ve Bahreyn açısından geri adım söz konusu olmamış; iki ülke İbrahim Anlaşmaları kapsamındaki politikalarını sürdürmüştür.

Normalleşmenin Ötesi: Körfez’in Arabuluculuk Rolü

Gazze’deki yıkım ve sivil kayıpların ardından arabuluculukta en öne çıkan Körfez ülkesi Katar olmuştur. Katar’ın Hamas siyasi bürosuna ev sahipliği yapması ve bu ilişkisini ABD’nin bilgisi dahilinde sürdürmesi, İsrail’in sert tepkisini çekmiş; İsrail, Katar’ı Hamas’a dokunulmazlık sağlamakla suçlamış ve Katar topraklarına yönelik saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırı, ABD’nin doğrudan güvenlik şemsiyesi altında bulunan Katar’da gerçekleştiği için Washington’un da tepkisini çekmiş ve İsrail özür dilemek zorunda kalmıştır.

Suudi Arabistan ise Hamas ve İsrail ile doğrudan temas kurmaktan kaçınmıştır. Bunun yerine, 2025 yazında Fransa ile birlikte New York’ta bir konferans düzenleyerek iki devletli çözüm sürecini yeniden canlandırmaya çalışmış ve kendisini Filistin haklarının savunucusu ile bölgesel istikrarın garantörü olarak konumlandırmıştır. Riyad’ın önerisi; silahsızlandırılmış bir Filistin devleti, Hamas’ın silahsızlandırılması ve Gazze’nin yönetiminin reform edilmiş bir Filistin Yönetimi’ne devri üzerine kuruluydu.[6]

Ancak İsrail’in Ağustos 2025’te Gazze Şehri’ni işgal etme ve bölgede süresiz askerî varlık sürdürme kararı Suudi Arabistan tarafından açıkça kınanmış ve Riyad’ın diplomatik girişimlerini boşa çıkarmıştır. Bu karar, İsrail’in güvenlik garantisi olarak yalnızca doğrudan askerî kontrolü kabul ettiğini ve Suudi Arabistan’ın güvenlik teminatları içeren iki devletli çözüm planını reddettiğini göstermiştir.

Bundan sonra ne olacak?

ABD Başkanı Trump her ne kadar tutarlı olmasa da zaman zaman İsrail’in sürdürdüğü soykırım politikalarından rahatsızlığını dile getirdiği dönemler olmuştur. Bu açıklamaların bir sonucu olarak Trump’ın bölge ülkeleriyle —hatta neredeyse tüm uluslararası aktörlerle— birlikte giriştiği bir barış planı gündeme gelmiştir. Trump’ın 7 Ekim sonrası başkanlık döneminde ortaya koyduğu ve Gazze’yi bir “tatil beldesine” dönüştürmeyi öngören planla karşılaştırıldığında, bu yeni planın daha ciddi bir gelişme olduğu söylenebilir. Plan; ateşkes, uluslararası bir gücün konuşlandırılması ve Gazze’nin yeniden inşası gibi maddeler içermektedir. Bu süreçlerde Körfez ülkeleri ile Türkiye ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin önemli roller üstlenmesi beklenmektedir.

Körfez’in aslında tekil ve homojen bir Filistin politikası olmadığı açıktır. Dolayısıyla Hamas’la ilişki, Gazze’nin yeniden inşası, İsrail ile ilişkiler ve benzeri birçok konuda Körfez içinde hem görüş hem de öncelik farklılıkları bulunmaktadır.

BAE ve Bahreyn, İsrail ve ABD ile ilişkilerine zarar vermeyen bir Filistin politikası izlemek isterken; Umman, ABD ile ilişkilerini riske atmadan ancak İsrail’le resmî bir normalleşmeye girmeden süreci yönetmeyi tercih etmektedir. Katar, İsrail ile normalleşme yoluna gitmese de üstlendiği arabuluculuk rolü sayesinde önemli bir statü kazanmıştır. Kuveyt ise kamuoyu baskısının da etkisiyle bir yandan İsrail’i dışlayan bir söylem sürdürmekte, diğer yandan da Filistin davasında öne çıkmayı arzulamaktadır.

Bu ülkeler arasında Filistin siyasetinde en belirgin ikilemi yaşayan devlet ise Suudi Arabistan’dır. Bir yandan ABD ile ilişkilerini askerî anlaşmalar ve nükleer teknolojide kazanımlar üzerinden güçlendirmek isteyen Riyad, diğer yandan ABD’nin ön şart olarak sunduğu İsrail’le normalleşmenin hem içeride hem dışarıda ciddi bir meşruiyet krizine yol açacağından çekinmektedir.

Tüm bu dinamikler ışığında, Umman’ın İsrail’le normalleşmesi imkânsız değildir; ancak Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşmesi, bölgedeki güç dengeleri açısından İsrail’in lehine geri döndürülemez bir meşruiyet kazanımı yaratacağı için çok daha zorlu ve düşük ihtimalli görünmektedir.

Sonuç

Aksa Tufanı sonrası ortaya çıkan jeopolitik tablo, Körfez ülkelerinin Filistin meselesine yaklaşımını hem iç dinamikler hem de bölgesel dengeler açısından yeniden şekillendirmiştir. Filistin meselesi tarihsel olarak Körfez siyasetinde sembolik bir dayanışma başlığı olsa da son yıllarda tehdit algılarının değişmesi, İran’ın bölgesel etkisinin artması, ABD’nin bölgedeki rolünün dönüşmesi ve normalleşme süreçlerinin ortaya çıkardığı fırsat–risk dengesi Körfez ülkelerini birbirinden farklı konumlara taşımıştır. BAE ve Bahreyn’in İsrail ile normalleşmeyi stratejik bir tercih olarak sürdürmesi, Katar’ın arabuluculuk rolüyle uluslararası alanda ayrı bir konuma yerleşmesi, Kuveyt’in toplumsal baskı ile şekillenen Filistin yanlısı pozisyonu ve Umman’ın düşük profilli denge siyaseti Körfez’in ne kadar heterojen bir yapı hâline geldiğini göstermektedir.

Körfez içinde en kritik ikilemi yaşayan ülke kuşkusuz Suudi Arabistan’dır. ABD ile güvenlik, savunma teknolojisi ve nükleer iş birliği üzerinden yeni bir stratejik düzen kurmak isteyen Riyad, buna karşılık içeride kamuoyu ve ulema çevrelerinin, dışarıda ise İslam dünyasının güçlü tepkisi nedeniyle İsrail ile normalleşme sürecine temkinli yaklaşmak zorunda kalmaktadır.

Gazze’deki yıkımın ve İsrail’in açık işgal politikasının devam etmesi, Suudi Arabistan’ın iki devletli çözüm için geliştirdiği diplomatik inisiyatifleri zayıflatmış, normalleşme olasılığını ise orta vadede oldukça düşük bir ihtimal hâline getirmiştir. Bu şartlar altında Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşmeye yönelmesi, İsrail’e bölge genelinde geri döndürülemez bir meşruiyet kazandıracağından, Riyad açısından hem stratejik hem de normatif maliyetleri yüksek bir adım olacaktır.

Önümüzdeki dönemde Körfez’in Filistin politikasının üç ana eksen üzerinden şekillenmesi beklenmektedir: (1) Katar’ın arabuluculuk rolü ve uluslararası görünürlüğü artarak sürecektir; (2) BAE ve Bahreyn’in normalleşme çizgisi korunacak, ancak sahadaki gelişmeler bu ilişkileri zaman zaman baskı altına alacaktır; (3) Suudi Arabistan ise bir yandan ABD ile ilişkileri derinleştirirken diğer yandan Filistin meselesindeki sembolik liderlik konumunu kaybetmemeye çalışacaktır.


Son Notlar

[1] Sultan Sooud Al Qassemi, “Gulf Cities Emerge As New Centers of Arab World - Al-Monitor: The Pulse of the Middle East”, Al Monitor, 10 Ağustos 2013, https://www.al-monitor.com/originals/2013/10/abu-dhabi-dubai-doha-arab-centers.html.

[2] Kristian Coates Ulrichsen, The Gulf States and Israeli-Palestinian Conflict Resolution, no. 61, Baker Institute Policy Report (The James A. Baker III Institute For Public Policy of Rice University, 2014), https://www.bakerinstitute.org/research/gulf-states-and-israeli-palestinian-conflict-resolution.

[3] Lawrence Joffe, “Sheikh Zayed Bin Sultan Al Nahyan”, World News, The Guardian, 03 Kasım 2004, https://www.theguardian.com/news/2004/nov/03/guardianobituaries.israel.

[4] Mehmet Rakipoglu, “After Years of Occupation: Was October 7 A Disastrous Blunder?”, Fair Observer, 07 Kasım 2025, https://www.fairobserver.com/world-news/middle-east-news/after-years-of-occupation-was-october-7-a-disastrous-blunder/.

[5] Mohammad Sıo, “Saudi Arabia says no normalization with Israel without establishing Palestinian state”, Anadolu Agency, 28 Temmuz 2025, https://www.aa.com.tr/en/middle-east/saudi-arabia-says-no-normalization-with-israel-without-establishing-palestinian-state/3644621.

[6] “Saudi Arabia’s Response to Israel’s New Security Doctrine in the Levant”, Arab Center Washington DC, 14 Ağustos 2025, https://arabcenterdc.org/resource/saudi-arabias-response-to-israels-new-security-doctrine-in-the-levant/.

Giriş

Suudi Arabistan’ın da içinde yer aldığı ve altı monarşiden oluşan Körfez İş birliği Konseyi (KİK), Suudi Arabistan hariç uzun yıllar uluslararası ilişkilerde çevre bir konumda bulunmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları, ardından gelen Arap ayaklanmaları, iç savaşlar, darbeler ve dış müdahaleler sonucunda Bağdat, Şam, Kahire ve Trablus gibi geleneksel Arap merkezleri ideolojik ve siyasi ağırlıklarını kaybetmiş; Arap dünyasında merkez–çevre dengesi köklü biçimde değişmiş ve Riyad, Doha ile Abu Dabi yeni bölgesel merkezler olarak öne çıkmıştır.[1]

Bu dönüşüm Filistin meselesine yönelik Körfez politikalarında da kendini göstermiştir. Suudi Arabistan dışındaki Körfez ülkeleri, geçmişte diplomatik veya maddi destek dışında sınırlı bir rol oynarken, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu bazı çevrelerce Körfez’in merkeze yükselişinin bir göstergesi olarak yorumlanmış; sonraki gelişmeler bu değerlendirmeyi büyük ölçüde doğrulamıştır.

Filistin hem bir dava olarak hem de Filistinliler ile Mısırlıların Körfez devletlerinin modernleşme ve inşa süreçlerindeki katkıları nedeniyle Körfez ülkeleri için tarihsel olarak önemli bir mesele olmuştur.[2] 1973 petrol ambargosu ve BAE Devlet Başkanı Şeyh Zayid’in “Arap petrolü Arap kanından değerli değildir” sözleri bu tarihsel önemin çarpıcı örnekleridir.[3] Suudi Arabistan’ın 2002’de Arap Barış Girişimi’ne öncülük etmesi de Filistin meselesini bölgesel bir çözüm çerçevesine oturtma çabasının simgesidir.

Ancak zaman içinde Körfez devletlerinin tehdit algıları değişmiş; özellikle BAE, Bahreyn, Umman ve Suudi Arabistan için bölgesel ve küresel tehditlerin şekli değişmiştir. Bu ülkelerin bazıları için İran İsrail’den daha öncelikli bir tehdit haline gelmiştir. Bu nedenle bazı Körfez ülkeleri, İsrail’i “düşman” olarak görmekten uzaklaşmış ve İran karşısında İsrail’le işbirliğini daha rasyonel bir seçenek olarak değerlendirmiştir. Bu durum Körfez’in Filistin politikalarında belirgin bir dönüşüm yaratmıştır.

2010 sonrası Suudi Arabistan ve BAE’nin şekillendirdiği ideolojik kutuplaşma, Hamas gibi aktörlere yönelik mesafeli ve olumsuz yaklaşımı daha da pekiştirmiştir. Ancak Aksa Tufanı ve sonrasında İsrail’in gerçekleştirdiği soykırım, Körfez ülkeleri için ciddi bir siyasi test oluşturmuştur. Bir yandan ABD ile stratejik ilişkilerini Filistin uğruna riske atmaktan kaçınırken, diğer yandan kamuoylarının ve Müslüman dünyanın tepkileri karşısında belirli düzeyde ses çıkarmak zorunda kalmışlardır.

Bu süreçte özellikle BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Umman ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Buna karşılık Kuveyt ve Katar, İsrail’e karşı daha mesafeli ve geleneksel çizgilerini koruyan ülkeler arasında yer almış; Katar arabuluculuk rolüyle öne çıkarken, Kuveyt Filistin devletini savunan en sert diplomatik söylemlerden bazılarını kullanmıştır.

Aksa Tufanı Suudi–İsrail Normalleşmesini Engellemek İçin mi Yapıldı?

Körfez’in merkezileştiğini savunan görüşlerden biri, Aksa Tufanı operasyonunun zamanlamasını doğrudan Suudi Arabistan–İsrail normalleşmesiyle ilişkilendirir. 2020’de duyurulan İbrahim Anlaşmalarıyla BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşmesi başlamış, bu zincire daha sonra Fas ve Sudan da eklenmiştir. Bu nedenle bazı çevreler, sıradaki normalleşme adımının Suudi Arabistan olacağını ve Aksa Tufanı’nın bu süreci engellemek amacıyla gerçekleştirildiğini iddia etmiştir.[4]

Bu iddiaya göre, Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapması nedeniyle İsrail’le bir normalleşme süreci yalnızca ikili siyasi bir adım olmayacak, İsrail’e geniş bir meşruiyet ve İslam dünyasında bir kırılma kazandıracaktı. Bu nedenle saldırının, Suudi normalleşmesini ve hatta diğer Müslüman ülkelerde bu yöndeki eğilimleri durdurmayı amaçladığı öne sürülmüştür.

Bu iddiaların doğruluğu kesin olarak bilinmese de Suudi Arabistan’ın bağımsız bir Filistin devleti kurulmadan İsrail’le normalleşmeyeceğini açıkça dile getirmesi, bu argümanların siyasal karşılık bulmasına katkı sağlamıştır.[5] Bununla birlikte, normalleşmeyi daha önce gerçekleştiren BAE ve Bahreyn açısından geri adım söz konusu olmamış; iki ülke İbrahim Anlaşmaları kapsamındaki politikalarını sürdürmüştür.

Normalleşmenin Ötesi: Körfez’in Arabuluculuk Rolü

Gazze’deki yıkım ve sivil kayıpların ardından arabuluculukta en öne çıkan Körfez ülkesi Katar olmuştur. Katar’ın Hamas siyasi bürosuna ev sahipliği yapması ve bu ilişkisini ABD’nin bilgisi dahilinde sürdürmesi, İsrail’in sert tepkisini çekmiş; İsrail, Katar’ı Hamas’a dokunulmazlık sağlamakla suçlamış ve Katar topraklarına yönelik saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırı, ABD’nin doğrudan güvenlik şemsiyesi altında bulunan Katar’da gerçekleştiği için Washington’un da tepkisini çekmiş ve İsrail özür dilemek zorunda kalmıştır.

Suudi Arabistan ise Hamas ve İsrail ile doğrudan temas kurmaktan kaçınmıştır. Bunun yerine, 2025 yazında Fransa ile birlikte New York’ta bir konferans düzenleyerek iki devletli çözüm sürecini yeniden canlandırmaya çalışmış ve kendisini Filistin haklarının savunucusu ile bölgesel istikrarın garantörü olarak konumlandırmıştır. Riyad’ın önerisi; silahsızlandırılmış bir Filistin devleti, Hamas’ın silahsızlandırılması ve Gazze’nin yönetiminin reform edilmiş bir Filistin Yönetimi’ne devri üzerine kuruluydu.[6]

Ancak İsrail’in Ağustos 2025’te Gazze Şehri’ni işgal etme ve bölgede süresiz askerî varlık sürdürme kararı Suudi Arabistan tarafından açıkça kınanmış ve Riyad’ın diplomatik girişimlerini boşa çıkarmıştır. Bu karar, İsrail’in güvenlik garantisi olarak yalnızca doğrudan askerî kontrolü kabul ettiğini ve Suudi Arabistan’ın güvenlik teminatları içeren iki devletli çözüm planını reddettiğini göstermiştir.

Bundan sonra ne olacak?

ABD Başkanı Trump her ne kadar tutarlı olmasa da zaman zaman İsrail’in sürdürdüğü soykırım politikalarından rahatsızlığını dile getirdiği dönemler olmuştur. Bu açıklamaların bir sonucu olarak Trump’ın bölge ülkeleriyle —hatta neredeyse tüm uluslararası aktörlerle— birlikte giriştiği bir barış planı gündeme gelmiştir. Trump’ın 7 Ekim sonrası başkanlık döneminde ortaya koyduğu ve Gazze’yi bir “tatil beldesine” dönüştürmeyi öngören planla karşılaştırıldığında, bu yeni planın daha ciddi bir gelişme olduğu söylenebilir. Plan; ateşkes, uluslararası bir gücün konuşlandırılması ve Gazze’nin yeniden inşası gibi maddeler içermektedir. Bu süreçlerde Körfez ülkeleri ile Türkiye ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin önemli roller üstlenmesi beklenmektedir.

Körfez’in aslında tekil ve homojen bir Filistin politikası olmadığı açıktır. Dolayısıyla Hamas’la ilişki, Gazze’nin yeniden inşası, İsrail ile ilişkiler ve benzeri birçok konuda Körfez içinde hem görüş hem de öncelik farklılıkları bulunmaktadır.

BAE ve Bahreyn, İsrail ve ABD ile ilişkilerine zarar vermeyen bir Filistin politikası izlemek isterken; Umman, ABD ile ilişkilerini riske atmadan ancak İsrail’le resmî bir normalleşmeye girmeden süreci yönetmeyi tercih etmektedir. Katar, İsrail ile normalleşme yoluna gitmese de üstlendiği arabuluculuk rolü sayesinde önemli bir statü kazanmıştır. Kuveyt ise kamuoyu baskısının da etkisiyle bir yandan İsrail’i dışlayan bir söylem sürdürmekte, diğer yandan da Filistin davasında öne çıkmayı arzulamaktadır.

Bu ülkeler arasında Filistin siyasetinde en belirgin ikilemi yaşayan devlet ise Suudi Arabistan’dır. Bir yandan ABD ile ilişkilerini askerî anlaşmalar ve nükleer teknolojide kazanımlar üzerinden güçlendirmek isteyen Riyad, diğer yandan ABD’nin ön şart olarak sunduğu İsrail’le normalleşmenin hem içeride hem dışarıda ciddi bir meşruiyet krizine yol açacağından çekinmektedir.

Tüm bu dinamikler ışığında, Umman’ın İsrail’le normalleşmesi imkânsız değildir; ancak Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşmesi, bölgedeki güç dengeleri açısından İsrail’in lehine geri döndürülemez bir meşruiyet kazanımı yaratacağı için çok daha zorlu ve düşük ihtimalli görünmektedir.

Sonuç

Aksa Tufanı sonrası ortaya çıkan jeopolitik tablo, Körfez ülkelerinin Filistin meselesine yaklaşımını hem iç dinamikler hem de bölgesel dengeler açısından yeniden şekillendirmiştir. Filistin meselesi tarihsel olarak Körfez siyasetinde sembolik bir dayanışma başlığı olsa da son yıllarda tehdit algılarının değişmesi, İran’ın bölgesel etkisinin artması, ABD’nin bölgedeki rolünün dönüşmesi ve normalleşme süreçlerinin ortaya çıkardığı fırsat–risk dengesi Körfez ülkelerini birbirinden farklı konumlara taşımıştır. BAE ve Bahreyn’in İsrail ile normalleşmeyi stratejik bir tercih olarak sürdürmesi, Katar’ın arabuluculuk rolüyle uluslararası alanda ayrı bir konuma yerleşmesi, Kuveyt’in toplumsal baskı ile şekillenen Filistin yanlısı pozisyonu ve Umman’ın düşük profilli denge siyaseti Körfez’in ne kadar heterojen bir yapı hâline geldiğini göstermektedir.

Körfez içinde en kritik ikilemi yaşayan ülke kuşkusuz Suudi Arabistan’dır. ABD ile güvenlik, savunma teknolojisi ve nükleer iş birliği üzerinden yeni bir stratejik düzen kurmak isteyen Riyad, buna karşılık içeride kamuoyu ve ulema çevrelerinin, dışarıda ise İslam dünyasının güçlü tepkisi nedeniyle İsrail ile normalleşme sürecine temkinli yaklaşmak zorunda kalmaktadır.

Gazze’deki yıkımın ve İsrail’in açık işgal politikasının devam etmesi, Suudi Arabistan’ın iki devletli çözüm için geliştirdiği diplomatik inisiyatifleri zayıflatmış, normalleşme olasılığını ise orta vadede oldukça düşük bir ihtimal hâline getirmiştir. Bu şartlar altında Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşmeye yönelmesi, İsrail’e bölge genelinde geri döndürülemez bir meşruiyet kazandıracağından, Riyad açısından hem stratejik hem de normatif maliyetleri yüksek bir adım olacaktır.

Önümüzdeki dönemde Körfez’in Filistin politikasının üç ana eksen üzerinden şekillenmesi beklenmektedir: (1) Katar’ın arabuluculuk rolü ve uluslararası görünürlüğü artarak sürecektir; (2) BAE ve Bahreyn’in normalleşme çizgisi korunacak, ancak sahadaki gelişmeler bu ilişkileri zaman zaman baskı altına alacaktır; (3) Suudi Arabistan ise bir yandan ABD ile ilişkileri derinleştirirken diğer yandan Filistin meselesindeki sembolik liderlik konumunu kaybetmemeye çalışacaktır.


Son Notlar

[1] Sultan Sooud Al Qassemi, “Gulf Cities Emerge As New Centers of Arab World - Al-Monitor: The Pulse of the Middle East”, Al Monitor, 10 Ağustos 2013, https://www.al-monitor.com/originals/2013/10/abu-dhabi-dubai-doha-arab-centers.html.

[2] Kristian Coates Ulrichsen, The Gulf States and Israeli-Palestinian Conflict Resolution, no. 61, Baker Institute Policy Report (The James A. Baker III Institute For Public Policy of Rice University, 2014), https://www.bakerinstitute.org/research/gulf-states-and-israeli-palestinian-conflict-resolution.

[3] Lawrence Joffe, “Sheikh Zayed Bin Sultan Al Nahyan”, World News, The Guardian, 03 Kasım 2004, https://www.theguardian.com/news/2004/nov/03/guardianobituaries.israel.

[4] Mehmet Rakipoglu, “After Years of Occupation: Was October 7 A Disastrous Blunder?”, Fair Observer, 07 Kasım 2025, https://www.fairobserver.com/world-news/middle-east-news/after-years-of-occupation-was-october-7-a-disastrous-blunder/.

[5] Mohammad Sıo, “Saudi Arabia says no normalization with Israel without establishing Palestinian state”, Anadolu Agency, 28 Temmuz 2025, https://www.aa.com.tr/en/middle-east/saudi-arabia-says-no-normalization-with-israel-without-establishing-palestinian-state/3644621.

[6] “Saudi Arabia’s Response to Israel’s New Security Doctrine in the Levant”, Arab Center Washington DC, 14 Ağustos 2025, https://arabcenterdc.org/resource/saudi-arabias-response-to-israels-new-security-doctrine-in-the-levant/.

Giriş

Suudi Arabistan’ın da içinde yer aldığı ve altı monarşiden oluşan Körfez İş birliği Konseyi (KİK), Suudi Arabistan hariç uzun yıllar uluslararası ilişkilerde çevre bir konumda bulunmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları, ardından gelen Arap ayaklanmaları, iç savaşlar, darbeler ve dış müdahaleler sonucunda Bağdat, Şam, Kahire ve Trablus gibi geleneksel Arap merkezleri ideolojik ve siyasi ağırlıklarını kaybetmiş; Arap dünyasında merkez–çevre dengesi köklü biçimde değişmiş ve Riyad, Doha ile Abu Dabi yeni bölgesel merkezler olarak öne çıkmıştır.[1]

Bu dönüşüm Filistin meselesine yönelik Körfez politikalarında da kendini göstermiştir. Suudi Arabistan dışındaki Körfez ülkeleri, geçmişte diplomatik veya maddi destek dışında sınırlı bir rol oynarken, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu bazı çevrelerce Körfez’in merkeze yükselişinin bir göstergesi olarak yorumlanmış; sonraki gelişmeler bu değerlendirmeyi büyük ölçüde doğrulamıştır.

Filistin hem bir dava olarak hem de Filistinliler ile Mısırlıların Körfez devletlerinin modernleşme ve inşa süreçlerindeki katkıları nedeniyle Körfez ülkeleri için tarihsel olarak önemli bir mesele olmuştur.[2] 1973 petrol ambargosu ve BAE Devlet Başkanı Şeyh Zayid’in “Arap petrolü Arap kanından değerli değildir” sözleri bu tarihsel önemin çarpıcı örnekleridir.[3] Suudi Arabistan’ın 2002’de Arap Barış Girişimi’ne öncülük etmesi de Filistin meselesini bölgesel bir çözüm çerçevesine oturtma çabasının simgesidir.

Ancak zaman içinde Körfez devletlerinin tehdit algıları değişmiş; özellikle BAE, Bahreyn, Umman ve Suudi Arabistan için bölgesel ve küresel tehditlerin şekli değişmiştir. Bu ülkelerin bazıları için İran İsrail’den daha öncelikli bir tehdit haline gelmiştir. Bu nedenle bazı Körfez ülkeleri, İsrail’i “düşman” olarak görmekten uzaklaşmış ve İran karşısında İsrail’le işbirliğini daha rasyonel bir seçenek olarak değerlendirmiştir. Bu durum Körfez’in Filistin politikalarında belirgin bir dönüşüm yaratmıştır.

2010 sonrası Suudi Arabistan ve BAE’nin şekillendirdiği ideolojik kutuplaşma, Hamas gibi aktörlere yönelik mesafeli ve olumsuz yaklaşımı daha da pekiştirmiştir. Ancak Aksa Tufanı ve sonrasında İsrail’in gerçekleştirdiği soykırım, Körfez ülkeleri için ciddi bir siyasi test oluşturmuştur. Bir yandan ABD ile stratejik ilişkilerini Filistin uğruna riske atmaktan kaçınırken, diğer yandan kamuoylarının ve Müslüman dünyanın tepkileri karşısında belirli düzeyde ses çıkarmak zorunda kalmışlardır.

Bu süreçte özellikle BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Umman ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Buna karşılık Kuveyt ve Katar, İsrail’e karşı daha mesafeli ve geleneksel çizgilerini koruyan ülkeler arasında yer almış; Katar arabuluculuk rolüyle öne çıkarken, Kuveyt Filistin devletini savunan en sert diplomatik söylemlerden bazılarını kullanmıştır.

Aksa Tufanı Suudi–İsrail Normalleşmesini Engellemek İçin mi Yapıldı?

Körfez’in merkezileştiğini savunan görüşlerden biri, Aksa Tufanı operasyonunun zamanlamasını doğrudan Suudi Arabistan–İsrail normalleşmesiyle ilişkilendirir. 2020’de duyurulan İbrahim Anlaşmalarıyla BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşmesi başlamış, bu zincire daha sonra Fas ve Sudan da eklenmiştir. Bu nedenle bazı çevreler, sıradaki normalleşme adımının Suudi Arabistan olacağını ve Aksa Tufanı’nın bu süreci engellemek amacıyla gerçekleştirildiğini iddia etmiştir.[4]

Bu iddiaya göre, Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapması nedeniyle İsrail’le bir normalleşme süreci yalnızca ikili siyasi bir adım olmayacak, İsrail’e geniş bir meşruiyet ve İslam dünyasında bir kırılma kazandıracaktı. Bu nedenle saldırının, Suudi normalleşmesini ve hatta diğer Müslüman ülkelerde bu yöndeki eğilimleri durdurmayı amaçladığı öne sürülmüştür.

Bu iddiaların doğruluğu kesin olarak bilinmese de Suudi Arabistan’ın bağımsız bir Filistin devleti kurulmadan İsrail’le normalleşmeyeceğini açıkça dile getirmesi, bu argümanların siyasal karşılık bulmasına katkı sağlamıştır.[5] Bununla birlikte, normalleşmeyi daha önce gerçekleştiren BAE ve Bahreyn açısından geri adım söz konusu olmamış; iki ülke İbrahim Anlaşmaları kapsamındaki politikalarını sürdürmüştür.

Normalleşmenin Ötesi: Körfez’in Arabuluculuk Rolü

Gazze’deki yıkım ve sivil kayıpların ardından arabuluculukta en öne çıkan Körfez ülkesi Katar olmuştur. Katar’ın Hamas siyasi bürosuna ev sahipliği yapması ve bu ilişkisini ABD’nin bilgisi dahilinde sürdürmesi, İsrail’in sert tepkisini çekmiş; İsrail, Katar’ı Hamas’a dokunulmazlık sağlamakla suçlamış ve Katar topraklarına yönelik saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırı, ABD’nin doğrudan güvenlik şemsiyesi altında bulunan Katar’da gerçekleştiği için Washington’un da tepkisini çekmiş ve İsrail özür dilemek zorunda kalmıştır.

Suudi Arabistan ise Hamas ve İsrail ile doğrudan temas kurmaktan kaçınmıştır. Bunun yerine, 2025 yazında Fransa ile birlikte New York’ta bir konferans düzenleyerek iki devletli çözüm sürecini yeniden canlandırmaya çalışmış ve kendisini Filistin haklarının savunucusu ile bölgesel istikrarın garantörü olarak konumlandırmıştır. Riyad’ın önerisi; silahsızlandırılmış bir Filistin devleti, Hamas’ın silahsızlandırılması ve Gazze’nin yönetiminin reform edilmiş bir Filistin Yönetimi’ne devri üzerine kuruluydu.[6]

Ancak İsrail’in Ağustos 2025’te Gazze Şehri’ni işgal etme ve bölgede süresiz askerî varlık sürdürme kararı Suudi Arabistan tarafından açıkça kınanmış ve Riyad’ın diplomatik girişimlerini boşa çıkarmıştır. Bu karar, İsrail’in güvenlik garantisi olarak yalnızca doğrudan askerî kontrolü kabul ettiğini ve Suudi Arabistan’ın güvenlik teminatları içeren iki devletli çözüm planını reddettiğini göstermiştir.

Bundan sonra ne olacak?

ABD Başkanı Trump her ne kadar tutarlı olmasa da zaman zaman İsrail’in sürdürdüğü soykırım politikalarından rahatsızlığını dile getirdiği dönemler olmuştur. Bu açıklamaların bir sonucu olarak Trump’ın bölge ülkeleriyle —hatta neredeyse tüm uluslararası aktörlerle— birlikte giriştiği bir barış planı gündeme gelmiştir. Trump’ın 7 Ekim sonrası başkanlık döneminde ortaya koyduğu ve Gazze’yi bir “tatil beldesine” dönüştürmeyi öngören planla karşılaştırıldığında, bu yeni planın daha ciddi bir gelişme olduğu söylenebilir. Plan; ateşkes, uluslararası bir gücün konuşlandırılması ve Gazze’nin yeniden inşası gibi maddeler içermektedir. Bu süreçlerde Körfez ülkeleri ile Türkiye ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin önemli roller üstlenmesi beklenmektedir.

Körfez’in aslında tekil ve homojen bir Filistin politikası olmadığı açıktır. Dolayısıyla Hamas’la ilişki, Gazze’nin yeniden inşası, İsrail ile ilişkiler ve benzeri birçok konuda Körfez içinde hem görüş hem de öncelik farklılıkları bulunmaktadır.

BAE ve Bahreyn, İsrail ve ABD ile ilişkilerine zarar vermeyen bir Filistin politikası izlemek isterken; Umman, ABD ile ilişkilerini riske atmadan ancak İsrail’le resmî bir normalleşmeye girmeden süreci yönetmeyi tercih etmektedir. Katar, İsrail ile normalleşme yoluna gitmese de üstlendiği arabuluculuk rolü sayesinde önemli bir statü kazanmıştır. Kuveyt ise kamuoyu baskısının da etkisiyle bir yandan İsrail’i dışlayan bir söylem sürdürmekte, diğer yandan da Filistin davasında öne çıkmayı arzulamaktadır.

Bu ülkeler arasında Filistin siyasetinde en belirgin ikilemi yaşayan devlet ise Suudi Arabistan’dır. Bir yandan ABD ile ilişkilerini askerî anlaşmalar ve nükleer teknolojide kazanımlar üzerinden güçlendirmek isteyen Riyad, diğer yandan ABD’nin ön şart olarak sunduğu İsrail’le normalleşmenin hem içeride hem dışarıda ciddi bir meşruiyet krizine yol açacağından çekinmektedir.

Tüm bu dinamikler ışığında, Umman’ın İsrail’le normalleşmesi imkânsız değildir; ancak Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşmesi, bölgedeki güç dengeleri açısından İsrail’in lehine geri döndürülemez bir meşruiyet kazanımı yaratacağı için çok daha zorlu ve düşük ihtimalli görünmektedir.

Sonuç

Aksa Tufanı sonrası ortaya çıkan jeopolitik tablo, Körfez ülkelerinin Filistin meselesine yaklaşımını hem iç dinamikler hem de bölgesel dengeler açısından yeniden şekillendirmiştir. Filistin meselesi tarihsel olarak Körfez siyasetinde sembolik bir dayanışma başlığı olsa da son yıllarda tehdit algılarının değişmesi, İran’ın bölgesel etkisinin artması, ABD’nin bölgedeki rolünün dönüşmesi ve normalleşme süreçlerinin ortaya çıkardığı fırsat–risk dengesi Körfez ülkelerini birbirinden farklı konumlara taşımıştır. BAE ve Bahreyn’in İsrail ile normalleşmeyi stratejik bir tercih olarak sürdürmesi, Katar’ın arabuluculuk rolüyle uluslararası alanda ayrı bir konuma yerleşmesi, Kuveyt’in toplumsal baskı ile şekillenen Filistin yanlısı pozisyonu ve Umman’ın düşük profilli denge siyaseti Körfez’in ne kadar heterojen bir yapı hâline geldiğini göstermektedir.

Körfez içinde en kritik ikilemi yaşayan ülke kuşkusuz Suudi Arabistan’dır. ABD ile güvenlik, savunma teknolojisi ve nükleer iş birliği üzerinden yeni bir stratejik düzen kurmak isteyen Riyad, buna karşılık içeride kamuoyu ve ulema çevrelerinin, dışarıda ise İslam dünyasının güçlü tepkisi nedeniyle İsrail ile normalleşme sürecine temkinli yaklaşmak zorunda kalmaktadır.

Gazze’deki yıkımın ve İsrail’in açık işgal politikasının devam etmesi, Suudi Arabistan’ın iki devletli çözüm için geliştirdiği diplomatik inisiyatifleri zayıflatmış, normalleşme olasılığını ise orta vadede oldukça düşük bir ihtimal hâline getirmiştir. Bu şartlar altında Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşmeye yönelmesi, İsrail’e bölge genelinde geri döndürülemez bir meşruiyet kazandıracağından, Riyad açısından hem stratejik hem de normatif maliyetleri yüksek bir adım olacaktır.

Önümüzdeki dönemde Körfez’in Filistin politikasının üç ana eksen üzerinden şekillenmesi beklenmektedir: (1) Katar’ın arabuluculuk rolü ve uluslararası görünürlüğü artarak sürecektir; (2) BAE ve Bahreyn’in normalleşme çizgisi korunacak, ancak sahadaki gelişmeler bu ilişkileri zaman zaman baskı altına alacaktır; (3) Suudi Arabistan ise bir yandan ABD ile ilişkileri derinleştirirken diğer yandan Filistin meselesindeki sembolik liderlik konumunu kaybetmemeye çalışacaktır.


Son Notlar

[1] Sultan Sooud Al Qassemi, “Gulf Cities Emerge As New Centers of Arab World - Al-Monitor: The Pulse of the Middle East”, Al Monitor, 10 Ağustos 2013, https://www.al-monitor.com/originals/2013/10/abu-dhabi-dubai-doha-arab-centers.html.

[2] Kristian Coates Ulrichsen, The Gulf States and Israeli-Palestinian Conflict Resolution, no. 61, Baker Institute Policy Report (The James A. Baker III Institute For Public Policy of Rice University, 2014), https://www.bakerinstitute.org/research/gulf-states-and-israeli-palestinian-conflict-resolution.

[3] Lawrence Joffe, “Sheikh Zayed Bin Sultan Al Nahyan”, World News, The Guardian, 03 Kasım 2004, https://www.theguardian.com/news/2004/nov/03/guardianobituaries.israel.

[4] Mehmet Rakipoglu, “After Years of Occupation: Was October 7 A Disastrous Blunder?”, Fair Observer, 07 Kasım 2025, https://www.fairobserver.com/world-news/middle-east-news/after-years-of-occupation-was-october-7-a-disastrous-blunder/.

[5] Mohammad Sıo, “Saudi Arabia says no normalization with Israel without establishing Palestinian state”, Anadolu Agency, 28 Temmuz 2025, https://www.aa.com.tr/en/middle-east/saudi-arabia-says-no-normalization-with-israel-without-establishing-palestinian-state/3644621.

[6] “Saudi Arabia’s Response to Israel’s New Security Doctrine in the Levant”, Arab Center Washington DC, 14 Ağustos 2025, https://arabcenterdc.org/resource/saudi-arabias-response-to-israels-new-security-doctrine-in-the-levant/.

Bu Sayfada:

title

title

title

İlginizi çekebilir

İlginizi çekebilir

İlginizi çekebilir

• Kudüs Çalışma Grubu • Kudüs Çalışma Grubu