Uluslararası Hukuk: Güçlüye Kalkan, Mazluma Engel mi?

Uluslararası Hukuk: Güçlüye Kalkan, Mazluma Engel mi?

8 Ekim 2025

Doç. Dr. LEVENT ERSİN ORALLI

Analiz

Bir halk düşünün…

Yeryüzünde bir yerleri var ama pasaportları yok.

Toprakları var ama haritaları yok.

Evleri, mezarları, bayrakları, ağıtları, çocukları var… ama adları, birçok devletin diplomatik sözlüklerinde hâlâ yok.

Filistin, sadece bir coğrafya değil; parçalanmışlıkla yoğrulmuş bir kimliğin, direnişle örülmüş bir tarihin, adalete susamış bir vicdanın adıdır.

Her sabah umutla uyanan bir çocuk düşünün…

Gökyüzüne yükselen ezan sesiyle değil, bombaların gürültüsüyle güne başlayan; okul çantasını sırtına değil, yasını yüreğine yükleyen çocuklarla dolu sokaklar…

Bir çocuk ki, yaşadığı her an, bir gün dünya onları “devlet” olarak anarsa, ölümlerinin anlam kazanacağına inanıyor. Onlar için tanınmak, yalnızca siyasal bir kavuşma değil; hayatın, hafızanın ve haysiyetin kutsal bir onarımı.

Ve bir dünya düşünün…

Adaletin dili evrensel ama sesi seçici. Hukukun ilkeleri herkes için yazılmış ama herkese uygulanmıyor.

Filistin’in tanınması meselesi artık bir protokol değil, insanlıkla yüzleşmenin aynasıdır. Bugün dünya, yalnızca haritaları değil, yürekleri de yeniden çizmek zorunda. Çünkü tanımak; bazen bir imza, bazen bir duruş, ama her zaman bir vicdan meselesidir.

Uti Possidetis Juris: Ertelenmiş Hak, Ertelenmiş Barış

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, onun diğer devletler nezdinde egemen bir aktör olarak kabul edilmesini, uluslararası yükümlülüklere ve haklara sahip olmasını ifade eder. Bu tanıma; diplomatik ilişkilerin tesisi, antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına başvurma gibi pratik sonuçlar doğurur.

Filistin’in tanınma süreci, doğrudan doğruya halkların kendi kaderini tayin hakkı (self-determination) ve toprak bütünlüğü ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 1. maddesinde ve 1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 1. maddesinde açıkça yer alan bu hak, sömürge yönetiminden veya yabancı işgalden kurtulmak isteyen halklara kendi siyasi statülerini belirleme yetkisi verir.

Filistin halkının bu hakkı, hem 1970 tarihli “Dostane İlişkiler Bildirgesi” hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın 2004 tarihli “Ayrım Duvarı” Danışma Görüşü ile teyit edilmiştir. Divan, İsrail’in işgal altındaki topraklarda inşa ettiği duvarın, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını ihlal ettiğini tespit etmiş ve tüm devletleri bu duruma son verilmesi için yükümlü kılmıştır. Dolayısıyla Filistin’in devlet olarak tanınması, yalnızca siyasi bir tercih değil, uluslararası hukukun bağlayıcı ilkelerinin gereğidir.

Uluslararası hukukta tanıma, tek taraflı bir siyasi jest değil, devletler açısından doğrudan hukuki sonuçlar doğuran bir eylemdir. Ex injuria jus non oritur (hukuksuzluktan hak doğmaz) ilkesi uyarınca, işgal altında elde edilen toprak üzerindeki egemenlik iddiaları geçersizdir ve bu durumun fiilen tanınması yasaktır. Bu nedenle, İsrail’in işgal altındaki topraklarda sürdürdüğü yerleşim politikaları ve askeri operasyonlar, tanınan bir Filistin devleti bağlamında açık bir “egemenlik ihlali” ve “toprak bütünlüğüne saldırı” olarak tanımlanabilecektir.

Ayrıca, Roma Statüsü uyarınca Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi, Filistin topraklarında işlenen savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım fiillerini doğrudan kapsayacaktır. Bu durum, tanıma sonrasında işgalci eylemlere karşı yalnızca diplomatik değil, cezai yaptırımların da uygulanabilmesini mümkün kılar. Böylece tanıma, hem mağdur halkın hukuki koruma zırhını güçlendirir hem de işgalci güçlerin cezasızlık zırhını kırar.

 

Montevideo Sözleşmesi’nin 1. maddesi devlet olarak tanımaya dair dört temel unsurun varlığına işaret etmektedir;

1. Millet iradesine sahip bir nüfus

2. Egemen yetkilerle donatılmış belirli bir toprak parçası

3. Etkin ve toplumu tarafından kabul edilmiş bir hükümet

4. Bağımsızlık çatısı altında diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi.

Filistin’in bu unsurları uzun yıllardır karşıladığı, hatta birçok devlet tarafından ikili antlaşmalarda bir taraf olarak muamele gördüğü unutulmamalıdır. Ancak, tanınma meselesi, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda derin biçimde siyasi ve ahlaki bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada uluslararası toplumun çifte standardı, hukukun evrensel değerlerinin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Tanınma, Uluslararası Hukukun Dinamiklerini Değiştirir

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, yalnızca siyasi bir onay değil; çok sayıda hukuki sonucu beraberinde getiren bir statü tayinidir. Bu çerçevede Filistin’in devlet olarak tanınması, hukuki düzlemde üç temel etkide bulunur: egemenlik, sorumluluk ve erişim.

Birincisi, egemenlik ilkesinin tanınması, Filistin toprakları üzerindeki işgalin artık “sorunlu bir güvenlik meselesi” değil, doğrudan bir devletin egemenliğine karşı işlenmiş bir ihlal olarak tanımlanmasını sağlar. Bu durum, uluslararası toplumun İsrail’in uygulamalarına karşı daha açık ve net tavır alabilmesinin önünü açar.

İkincisi, Filistin’in tanınmasıyla birlikte, işgalci eylemler yalnızca siyasi baskı konusu değil, uluslararası ceza hukuku bakımından soruşturulabilir nitelikte ihlaller haline gelir. Özellikle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) yetkisi, tanınan bir devletin topraklarında işlenen suçlar bakımından daha doğrudan bir uygulama zemini bulur. UCM, 2021 yılında Filistin’in taraf devlet olması dolayısıyla İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki eylemlerini yargı yetkisine dâhil etmiştir. Bu durum, tanınma ile birlikte cezai sorumluluğun daha kurumsal ve etkili biçimde işletilebileceğini göstermektedir.

Üçüncüsü, tanınmış bir devlet, uluslararası örgütlerde daha güçlü temsil, bağlayıcı antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına doğrudan başvurma hakkına kavuşur. Bu durum yalnızca diplomatik görünürlüğü artırmakla kalmaz; aynı zamanda Filistin’in maruz kaldığı ihlaller karşısında başvurabileceği uluslararası koruma mekanizmalarının genişlemesi anlamına gelir.

Tüm bu yönleriyle tanınma, Filistin davasını yalnızca ahlaki bir çağrı olmaktan çıkarıp, hukuki yaptırımı olan, kurumsallaşmış bir hak mücadelesi haline getirir. Ve bu noktada tanımayı reddetmek, yalnızca bir siyasi tutum değil, uluslararası hukukun gelişimine ket vuran bir direniş biçimidir.

Filistin: Uluslararası Hukukun Ertelenmiş Dosyası

Fransa ve Kanada gibi Batılı ülkelerin Filistin’i tanıma yönündeki adımları, uluslararası hukukta “deklaratif tanıma teorisi”nin etkili bir örneğidir. Bu teoriye göre bir devlet, Montevideo kriterlerini yerine getirdiği anda hukuken devlet olarak kabul edilebilir; diğer devletlerin tanıması yalnızca bu gerçeği teyit eden bir eylemdir.

Ancak politik gerçeklik, bu teorinin pratiğe yansımadığını göstermektedir. Filistin, 193’ten fazla üyenin bulunduğu Birleşmiş Milletler’de 140’tan fazla devlet tarafından tanınmasına rağmen, BM’ye tam üyeliği ABD’nin vetosu gibi siyasi engellere takılmaktadır. Bu durum, Birleşmiş Milletler Şartı’nda yer alan egemen eşitlik ilkesine aykırı bir çifte standardın sürdüğünü ortaya koymaktadır.

 

Filistin’in devlet olarak tanınması, aynı zamanda uluslararası ceza hukukunda da önemli sonuçlar doğurur. Devlet statüsü, özellikle Roma Statüsü çerçevesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi yetkisinin Filistin toprakları üzerinde uygulanabilirliğini güçlendirir. Bu, İsrail’in işgal altındaki topraklarda özellikle 7 Ekim 2023’ten bu yana gerçekleştirilen katliamların, soykırım suçu kapsamında ele alınması ve gerek devlet bağlamlı gerekse bireysel mahiyetli ihlallerin cezai olarak soruşturulmasına ve yargılanmasına zemin hazırlar.

Devlet Olmak İçin Daha Kaç Şehit Gerekiyor?

Uluslararası hukukta “uti possidetis juris” ve “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkeleri, Filistin gibi halkların devlet kurma ve tanınma taleplerini destekler niteliktedir. Bu ilkeler, sömürgecilikten çıkan veya işgal altında yaşayan halklara kendi siyasi geleceklerini tayin etme hakkı tanır. Ancak Filistin söz konusu olduğunda, bu hakların uygulanması sürekli olarak geciktirilmiş, adeta askıya alınmıştır.

Tanınma, yalnızca uluslararası hukuk düzleminde değil, aynı zamanda savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve etnik temizlik gibi eylemlerin uluslararası kamuoyunda görünür kılınmasına da olanak sağlar. Zira artık ortada sadece “insani bir kriz” değil, sistematik bir hak ihlali, yapısal bir işgal rejimi bulunmaktadır.

Fransa, Kanada, İrlanda, Almanya, İngiltere ve diğer Batılı devletlerin  tanıma adımları, uluslararası örf ve adet hukukunun tanıma yönündeki evrimini de işaret eder. Bu adımlar, benzer görüşteki devletlerin harekete geçmesine ve tanınma konusunda bir “opinio juris” (hukuki yükümlülük hissi) oluşmasına katkı sunabilir.

Filistin Haritada ve Kalplerde Var, Şimdi Hukukta Varolma Zamanı

Filistin’in tanınması, uluslararası sistemin artık siyasi manevraların ötesinde hukuki tutarlılık ve ahlaki bütünlük temelinde hareket etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Devlet tanıma, uluslararası ilişkilerde bir ülkenin hukuki statüsünü teyit etmekle kalmaz; aynı zamanda uluslararası normların evrensel mi, yoksa seçici mi uygulandığını da gözler önüne serer.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısal adaletsizliği nedeniyle, birçok halk gibi Filistin de fiili işgale karşı hukuki korumadan mahrum bırakılmıştır. Oysa Filistin’in tanınması, bu koruma alanını genişletir ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı somut yaptırımların yolunu açar.

 

Ayrıca bu tanıma, Filistinli mültecilerin dönüş hakkı, Doğu Kudüs’ün statüsü, sınırların belirlenmesi gibi temel sorunların çözümünde diplomatik bir temel sunar. Tanınmış bir devletin müzakere gücü, sadece temsil ettiği halk adına değil, aynı zamanda bölgesel barış adına da vazgeçilmezdir.

Filistin’i Tanımak Vicdanlarla Yüzleşmek Demek

Bir halkın devlet olarak tanınması; uluslararası hukuka göre meşru, ahlaken haklı, siyaseten de zorunlu bir eylemdir. Filistin’in tanınması, sadece mazlumun sesine kulak vermek değil, aynı zamanda hukuk sisteminin evrenselliğini korumaktır.

Bugün Filistin’e tanınma hakkı tanımayan her devlet, aslında sadece bir halkın kimliğini değil, uluslararası hukukun ahlaki meşruiyetini de görmezden gelmektedir. Ve her gecikme, yalnızca hukuki bir boşluk yaratmakla kalmaz; aynı zamanda tarihsel bir ayıbın derinleşmesine neden olur.

Filistin devleti vardır. Haritalarda, kalplerde ve uluslararası vicdanda… Şimdi onu hukukun satırlarında da kabul etmek, zamanın değil, insanlığın gereğidir.

Susturulamayan Hakikat

Tarihin terazisi artık daha hassas; devletleri, sadece güçleriyle değil, adalete ne kadar omuz verdikleriyle tartacak. Filistin’i tanımak, bir halkın yeryüzündeki varlığını kabul etmekten ibaret değil; insanlık vicdanının sınavıdır. Bugün Filistin’i tanımamak, yalnızca hukuku inkâr değil; bir halkın yaşam hakkına, kimliğine, onuruna göz dikmektir.

Sessizlik artık tarafsızlık değil, suça ortaklıktır. Haritalar değişebilir, sınırlar yeniden çizilebilir; ama adaletin önünde hiçbir işgal sonsuza kadar sürmez. Filistin’in tanınması, geç kalmış bir hukuki gereklilik değil, gecikmiş bir insanlık borcudur.

Analiz

Bir halk düşünün…

Yeryüzünde bir yerleri var ama pasaportları yok.

Toprakları var ama haritaları yok.

Evleri, mezarları, bayrakları, ağıtları, çocukları var… ama adları, birçok devletin diplomatik sözlüklerinde hâlâ yok.

Filistin, sadece bir coğrafya değil; parçalanmışlıkla yoğrulmuş bir kimliğin, direnişle örülmüş bir tarihin, adalete susamış bir vicdanın adıdır.

Her sabah umutla uyanan bir çocuk düşünün…

Gökyüzüne yükselen ezan sesiyle değil, bombaların gürültüsüyle güne başlayan; okul çantasını sırtına değil, yasını yüreğine yükleyen çocuklarla dolu sokaklar…

Bir çocuk ki, yaşadığı her an, bir gün dünya onları “devlet” olarak anarsa, ölümlerinin anlam kazanacağına inanıyor. Onlar için tanınmak, yalnızca siyasal bir kavuşma değil; hayatın, hafızanın ve haysiyetin kutsal bir onarımı.

Ve bir dünya düşünün…

Adaletin dili evrensel ama sesi seçici. Hukukun ilkeleri herkes için yazılmış ama herkese uygulanmıyor.

Filistin’in tanınması meselesi artık bir protokol değil, insanlıkla yüzleşmenin aynasıdır. Bugün dünya, yalnızca haritaları değil, yürekleri de yeniden çizmek zorunda. Çünkü tanımak; bazen bir imza, bazen bir duruş, ama her zaman bir vicdan meselesidir.

Uti Possidetis Juris: Ertelenmiş Hak, Ertelenmiş Barış

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, onun diğer devletler nezdinde egemen bir aktör olarak kabul edilmesini, uluslararası yükümlülüklere ve haklara sahip olmasını ifade eder. Bu tanıma; diplomatik ilişkilerin tesisi, antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına başvurma gibi pratik sonuçlar doğurur.

Filistin’in tanınma süreci, doğrudan doğruya halkların kendi kaderini tayin hakkı (self-determination) ve toprak bütünlüğü ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 1. maddesinde ve 1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 1. maddesinde açıkça yer alan bu hak, sömürge yönetiminden veya yabancı işgalden kurtulmak isteyen halklara kendi siyasi statülerini belirleme yetkisi verir.

Filistin halkının bu hakkı, hem 1970 tarihli “Dostane İlişkiler Bildirgesi” hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın 2004 tarihli “Ayrım Duvarı” Danışma Görüşü ile teyit edilmiştir. Divan, İsrail’in işgal altındaki topraklarda inşa ettiği duvarın, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını ihlal ettiğini tespit etmiş ve tüm devletleri bu duruma son verilmesi için yükümlü kılmıştır. Dolayısıyla Filistin’in devlet olarak tanınması, yalnızca siyasi bir tercih değil, uluslararası hukukun bağlayıcı ilkelerinin gereğidir.

Uluslararası hukukta tanıma, tek taraflı bir siyasi jest değil, devletler açısından doğrudan hukuki sonuçlar doğuran bir eylemdir. Ex injuria jus non oritur (hukuksuzluktan hak doğmaz) ilkesi uyarınca, işgal altında elde edilen toprak üzerindeki egemenlik iddiaları geçersizdir ve bu durumun fiilen tanınması yasaktır. Bu nedenle, İsrail’in işgal altındaki topraklarda sürdürdüğü yerleşim politikaları ve askeri operasyonlar, tanınan bir Filistin devleti bağlamında açık bir “egemenlik ihlali” ve “toprak bütünlüğüne saldırı” olarak tanımlanabilecektir.

Ayrıca, Roma Statüsü uyarınca Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi, Filistin topraklarında işlenen savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım fiillerini doğrudan kapsayacaktır. Bu durum, tanıma sonrasında işgalci eylemlere karşı yalnızca diplomatik değil, cezai yaptırımların da uygulanabilmesini mümkün kılar. Böylece tanıma, hem mağdur halkın hukuki koruma zırhını güçlendirir hem de işgalci güçlerin cezasızlık zırhını kırar.

 

Montevideo Sözleşmesi’nin 1. maddesi devlet olarak tanımaya dair dört temel unsurun varlığına işaret etmektedir;

1. Millet iradesine sahip bir nüfus

2. Egemen yetkilerle donatılmış belirli bir toprak parçası

3. Etkin ve toplumu tarafından kabul edilmiş bir hükümet

4. Bağımsızlık çatısı altında diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi.

Filistin’in bu unsurları uzun yıllardır karşıladığı, hatta birçok devlet tarafından ikili antlaşmalarda bir taraf olarak muamele gördüğü unutulmamalıdır. Ancak, tanınma meselesi, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda derin biçimde siyasi ve ahlaki bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada uluslararası toplumun çifte standardı, hukukun evrensel değerlerinin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Tanınma, Uluslararası Hukukun Dinamiklerini Değiştirir

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, yalnızca siyasi bir onay değil; çok sayıda hukuki sonucu beraberinde getiren bir statü tayinidir. Bu çerçevede Filistin’in devlet olarak tanınması, hukuki düzlemde üç temel etkide bulunur: egemenlik, sorumluluk ve erişim.

Birincisi, egemenlik ilkesinin tanınması, Filistin toprakları üzerindeki işgalin artık “sorunlu bir güvenlik meselesi” değil, doğrudan bir devletin egemenliğine karşı işlenmiş bir ihlal olarak tanımlanmasını sağlar. Bu durum, uluslararası toplumun İsrail’in uygulamalarına karşı daha açık ve net tavır alabilmesinin önünü açar.

İkincisi, Filistin’in tanınmasıyla birlikte, işgalci eylemler yalnızca siyasi baskı konusu değil, uluslararası ceza hukuku bakımından soruşturulabilir nitelikte ihlaller haline gelir. Özellikle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) yetkisi, tanınan bir devletin topraklarında işlenen suçlar bakımından daha doğrudan bir uygulama zemini bulur. UCM, 2021 yılında Filistin’in taraf devlet olması dolayısıyla İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki eylemlerini yargı yetkisine dâhil etmiştir. Bu durum, tanınma ile birlikte cezai sorumluluğun daha kurumsal ve etkili biçimde işletilebileceğini göstermektedir.

Üçüncüsü, tanınmış bir devlet, uluslararası örgütlerde daha güçlü temsil, bağlayıcı antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına doğrudan başvurma hakkına kavuşur. Bu durum yalnızca diplomatik görünürlüğü artırmakla kalmaz; aynı zamanda Filistin’in maruz kaldığı ihlaller karşısında başvurabileceği uluslararası koruma mekanizmalarının genişlemesi anlamına gelir.

Tüm bu yönleriyle tanınma, Filistin davasını yalnızca ahlaki bir çağrı olmaktan çıkarıp, hukuki yaptırımı olan, kurumsallaşmış bir hak mücadelesi haline getirir. Ve bu noktada tanımayı reddetmek, yalnızca bir siyasi tutum değil, uluslararası hukukun gelişimine ket vuran bir direniş biçimidir.

Filistin: Uluslararası Hukukun Ertelenmiş Dosyası

Fransa ve Kanada gibi Batılı ülkelerin Filistin’i tanıma yönündeki adımları, uluslararası hukukta “deklaratif tanıma teorisi”nin etkili bir örneğidir. Bu teoriye göre bir devlet, Montevideo kriterlerini yerine getirdiği anda hukuken devlet olarak kabul edilebilir; diğer devletlerin tanıması yalnızca bu gerçeği teyit eden bir eylemdir.

Ancak politik gerçeklik, bu teorinin pratiğe yansımadığını göstermektedir. Filistin, 193’ten fazla üyenin bulunduğu Birleşmiş Milletler’de 140’tan fazla devlet tarafından tanınmasına rağmen, BM’ye tam üyeliği ABD’nin vetosu gibi siyasi engellere takılmaktadır. Bu durum, Birleşmiş Milletler Şartı’nda yer alan egemen eşitlik ilkesine aykırı bir çifte standardın sürdüğünü ortaya koymaktadır.

 

Filistin’in devlet olarak tanınması, aynı zamanda uluslararası ceza hukukunda da önemli sonuçlar doğurur. Devlet statüsü, özellikle Roma Statüsü çerçevesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi yetkisinin Filistin toprakları üzerinde uygulanabilirliğini güçlendirir. Bu, İsrail’in işgal altındaki topraklarda özellikle 7 Ekim 2023’ten bu yana gerçekleştirilen katliamların, soykırım suçu kapsamında ele alınması ve gerek devlet bağlamlı gerekse bireysel mahiyetli ihlallerin cezai olarak soruşturulmasına ve yargılanmasına zemin hazırlar.

Devlet Olmak İçin Daha Kaç Şehit Gerekiyor?

Uluslararası hukukta “uti possidetis juris” ve “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkeleri, Filistin gibi halkların devlet kurma ve tanınma taleplerini destekler niteliktedir. Bu ilkeler, sömürgecilikten çıkan veya işgal altında yaşayan halklara kendi siyasi geleceklerini tayin etme hakkı tanır. Ancak Filistin söz konusu olduğunda, bu hakların uygulanması sürekli olarak geciktirilmiş, adeta askıya alınmıştır.

Tanınma, yalnızca uluslararası hukuk düzleminde değil, aynı zamanda savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve etnik temizlik gibi eylemlerin uluslararası kamuoyunda görünür kılınmasına da olanak sağlar. Zira artık ortada sadece “insani bir kriz” değil, sistematik bir hak ihlali, yapısal bir işgal rejimi bulunmaktadır.

Fransa, Kanada, İrlanda, Almanya, İngiltere ve diğer Batılı devletlerin  tanıma adımları, uluslararası örf ve adet hukukunun tanıma yönündeki evrimini de işaret eder. Bu adımlar, benzer görüşteki devletlerin harekete geçmesine ve tanınma konusunda bir “opinio juris” (hukuki yükümlülük hissi) oluşmasına katkı sunabilir.

Filistin Haritada ve Kalplerde Var, Şimdi Hukukta Varolma Zamanı

Filistin’in tanınması, uluslararası sistemin artık siyasi manevraların ötesinde hukuki tutarlılık ve ahlaki bütünlük temelinde hareket etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Devlet tanıma, uluslararası ilişkilerde bir ülkenin hukuki statüsünü teyit etmekle kalmaz; aynı zamanda uluslararası normların evrensel mi, yoksa seçici mi uygulandığını da gözler önüne serer.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısal adaletsizliği nedeniyle, birçok halk gibi Filistin de fiili işgale karşı hukuki korumadan mahrum bırakılmıştır. Oysa Filistin’in tanınması, bu koruma alanını genişletir ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı somut yaptırımların yolunu açar.

 

Ayrıca bu tanıma, Filistinli mültecilerin dönüş hakkı, Doğu Kudüs’ün statüsü, sınırların belirlenmesi gibi temel sorunların çözümünde diplomatik bir temel sunar. Tanınmış bir devletin müzakere gücü, sadece temsil ettiği halk adına değil, aynı zamanda bölgesel barış adına da vazgeçilmezdir.

Filistin’i Tanımak Vicdanlarla Yüzleşmek Demek

Bir halkın devlet olarak tanınması; uluslararası hukuka göre meşru, ahlaken haklı, siyaseten de zorunlu bir eylemdir. Filistin’in tanınması, sadece mazlumun sesine kulak vermek değil, aynı zamanda hukuk sisteminin evrenselliğini korumaktır.

Bugün Filistin’e tanınma hakkı tanımayan her devlet, aslında sadece bir halkın kimliğini değil, uluslararası hukukun ahlaki meşruiyetini de görmezden gelmektedir. Ve her gecikme, yalnızca hukuki bir boşluk yaratmakla kalmaz; aynı zamanda tarihsel bir ayıbın derinleşmesine neden olur.

Filistin devleti vardır. Haritalarda, kalplerde ve uluslararası vicdanda… Şimdi onu hukukun satırlarında da kabul etmek, zamanın değil, insanlığın gereğidir.

Susturulamayan Hakikat

Tarihin terazisi artık daha hassas; devletleri, sadece güçleriyle değil, adalete ne kadar omuz verdikleriyle tartacak. Filistin’i tanımak, bir halkın yeryüzündeki varlığını kabul etmekten ibaret değil; insanlık vicdanının sınavıdır. Bugün Filistin’i tanımamak, yalnızca hukuku inkâr değil; bir halkın yaşam hakkına, kimliğine, onuruna göz dikmektir.

Sessizlik artık tarafsızlık değil, suça ortaklıktır. Haritalar değişebilir, sınırlar yeniden çizilebilir; ama adaletin önünde hiçbir işgal sonsuza kadar sürmez. Filistin’in tanınması, geç kalmış bir hukuki gereklilik değil, gecikmiş bir insanlık borcudur.

Analiz

Bir halk düşünün…

Yeryüzünde bir yerleri var ama pasaportları yok.

Toprakları var ama haritaları yok.

Evleri, mezarları, bayrakları, ağıtları, çocukları var… ama adları, birçok devletin diplomatik sözlüklerinde hâlâ yok.

Filistin, sadece bir coğrafya değil; parçalanmışlıkla yoğrulmuş bir kimliğin, direnişle örülmüş bir tarihin, adalete susamış bir vicdanın adıdır.

Her sabah umutla uyanan bir çocuk düşünün…

Gökyüzüne yükselen ezan sesiyle değil, bombaların gürültüsüyle güne başlayan; okul çantasını sırtına değil, yasını yüreğine yükleyen çocuklarla dolu sokaklar…

Bir çocuk ki, yaşadığı her an, bir gün dünya onları “devlet” olarak anarsa, ölümlerinin anlam kazanacağına inanıyor. Onlar için tanınmak, yalnızca siyasal bir kavuşma değil; hayatın, hafızanın ve haysiyetin kutsal bir onarımı.

Ve bir dünya düşünün…

Adaletin dili evrensel ama sesi seçici. Hukukun ilkeleri herkes için yazılmış ama herkese uygulanmıyor.

Filistin’in tanınması meselesi artık bir protokol değil, insanlıkla yüzleşmenin aynasıdır. Bugün dünya, yalnızca haritaları değil, yürekleri de yeniden çizmek zorunda. Çünkü tanımak; bazen bir imza, bazen bir duruş, ama her zaman bir vicdan meselesidir.

Uti Possidetis Juris: Ertelenmiş Hak, Ertelenmiş Barış

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, onun diğer devletler nezdinde egemen bir aktör olarak kabul edilmesini, uluslararası yükümlülüklere ve haklara sahip olmasını ifade eder. Bu tanıma; diplomatik ilişkilerin tesisi, antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına başvurma gibi pratik sonuçlar doğurur.

Filistin’in tanınma süreci, doğrudan doğruya halkların kendi kaderini tayin hakkı (self-determination) ve toprak bütünlüğü ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 1. maddesinde ve 1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 1. maddesinde açıkça yer alan bu hak, sömürge yönetiminden veya yabancı işgalden kurtulmak isteyen halklara kendi siyasi statülerini belirleme yetkisi verir.

Filistin halkının bu hakkı, hem 1970 tarihli “Dostane İlişkiler Bildirgesi” hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın 2004 tarihli “Ayrım Duvarı” Danışma Görüşü ile teyit edilmiştir. Divan, İsrail’in işgal altındaki topraklarda inşa ettiği duvarın, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını ihlal ettiğini tespit etmiş ve tüm devletleri bu duruma son verilmesi için yükümlü kılmıştır. Dolayısıyla Filistin’in devlet olarak tanınması, yalnızca siyasi bir tercih değil, uluslararası hukukun bağlayıcı ilkelerinin gereğidir.

Uluslararası hukukta tanıma, tek taraflı bir siyasi jest değil, devletler açısından doğrudan hukuki sonuçlar doğuran bir eylemdir. Ex injuria jus non oritur (hukuksuzluktan hak doğmaz) ilkesi uyarınca, işgal altında elde edilen toprak üzerindeki egemenlik iddiaları geçersizdir ve bu durumun fiilen tanınması yasaktır. Bu nedenle, İsrail’in işgal altındaki topraklarda sürdürdüğü yerleşim politikaları ve askeri operasyonlar, tanınan bir Filistin devleti bağlamında açık bir “egemenlik ihlali” ve “toprak bütünlüğüne saldırı” olarak tanımlanabilecektir.

Ayrıca, Roma Statüsü uyarınca Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi, Filistin topraklarında işlenen savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım fiillerini doğrudan kapsayacaktır. Bu durum, tanıma sonrasında işgalci eylemlere karşı yalnızca diplomatik değil, cezai yaptırımların da uygulanabilmesini mümkün kılar. Böylece tanıma, hem mağdur halkın hukuki koruma zırhını güçlendirir hem de işgalci güçlerin cezasızlık zırhını kırar.

 

Montevideo Sözleşmesi’nin 1. maddesi devlet olarak tanımaya dair dört temel unsurun varlığına işaret etmektedir;

1. Millet iradesine sahip bir nüfus

2. Egemen yetkilerle donatılmış belirli bir toprak parçası

3. Etkin ve toplumu tarafından kabul edilmiş bir hükümet

4. Bağımsızlık çatısı altında diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi.

Filistin’in bu unsurları uzun yıllardır karşıladığı, hatta birçok devlet tarafından ikili antlaşmalarda bir taraf olarak muamele gördüğü unutulmamalıdır. Ancak, tanınma meselesi, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda derin biçimde siyasi ve ahlaki bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada uluslararası toplumun çifte standardı, hukukun evrensel değerlerinin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Tanınma, Uluslararası Hukukun Dinamiklerini Değiştirir

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, yalnızca siyasi bir onay değil; çok sayıda hukuki sonucu beraberinde getiren bir statü tayinidir. Bu çerçevede Filistin’in devlet olarak tanınması, hukuki düzlemde üç temel etkide bulunur: egemenlik, sorumluluk ve erişim.

Birincisi, egemenlik ilkesinin tanınması, Filistin toprakları üzerindeki işgalin artık “sorunlu bir güvenlik meselesi” değil, doğrudan bir devletin egemenliğine karşı işlenmiş bir ihlal olarak tanımlanmasını sağlar. Bu durum, uluslararası toplumun İsrail’in uygulamalarına karşı daha açık ve net tavır alabilmesinin önünü açar.

İkincisi, Filistin’in tanınmasıyla birlikte, işgalci eylemler yalnızca siyasi baskı konusu değil, uluslararası ceza hukuku bakımından soruşturulabilir nitelikte ihlaller haline gelir. Özellikle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) yetkisi, tanınan bir devletin topraklarında işlenen suçlar bakımından daha doğrudan bir uygulama zemini bulur. UCM, 2021 yılında Filistin’in taraf devlet olması dolayısıyla İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki eylemlerini yargı yetkisine dâhil etmiştir. Bu durum, tanınma ile birlikte cezai sorumluluğun daha kurumsal ve etkili biçimde işletilebileceğini göstermektedir.

Üçüncüsü, tanınmış bir devlet, uluslararası örgütlerde daha güçlü temsil, bağlayıcı antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına doğrudan başvurma hakkına kavuşur. Bu durum yalnızca diplomatik görünürlüğü artırmakla kalmaz; aynı zamanda Filistin’in maruz kaldığı ihlaller karşısında başvurabileceği uluslararası koruma mekanizmalarının genişlemesi anlamına gelir.

Tüm bu yönleriyle tanınma, Filistin davasını yalnızca ahlaki bir çağrı olmaktan çıkarıp, hukuki yaptırımı olan, kurumsallaşmış bir hak mücadelesi haline getirir. Ve bu noktada tanımayı reddetmek, yalnızca bir siyasi tutum değil, uluslararası hukukun gelişimine ket vuran bir direniş biçimidir.

Filistin: Uluslararası Hukukun Ertelenmiş Dosyası

Fransa ve Kanada gibi Batılı ülkelerin Filistin’i tanıma yönündeki adımları, uluslararası hukukta “deklaratif tanıma teorisi”nin etkili bir örneğidir. Bu teoriye göre bir devlet, Montevideo kriterlerini yerine getirdiği anda hukuken devlet olarak kabul edilebilir; diğer devletlerin tanıması yalnızca bu gerçeği teyit eden bir eylemdir.

Ancak politik gerçeklik, bu teorinin pratiğe yansımadığını göstermektedir. Filistin, 193’ten fazla üyenin bulunduğu Birleşmiş Milletler’de 140’tan fazla devlet tarafından tanınmasına rağmen, BM’ye tam üyeliği ABD’nin vetosu gibi siyasi engellere takılmaktadır. Bu durum, Birleşmiş Milletler Şartı’nda yer alan egemen eşitlik ilkesine aykırı bir çifte standardın sürdüğünü ortaya koymaktadır.

 

Filistin’in devlet olarak tanınması, aynı zamanda uluslararası ceza hukukunda da önemli sonuçlar doğurur. Devlet statüsü, özellikle Roma Statüsü çerçevesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi yetkisinin Filistin toprakları üzerinde uygulanabilirliğini güçlendirir. Bu, İsrail’in işgal altındaki topraklarda özellikle 7 Ekim 2023’ten bu yana gerçekleştirilen katliamların, soykırım suçu kapsamında ele alınması ve gerek devlet bağlamlı gerekse bireysel mahiyetli ihlallerin cezai olarak soruşturulmasına ve yargılanmasına zemin hazırlar.

Devlet Olmak İçin Daha Kaç Şehit Gerekiyor?

Uluslararası hukukta “uti possidetis juris” ve “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkeleri, Filistin gibi halkların devlet kurma ve tanınma taleplerini destekler niteliktedir. Bu ilkeler, sömürgecilikten çıkan veya işgal altında yaşayan halklara kendi siyasi geleceklerini tayin etme hakkı tanır. Ancak Filistin söz konusu olduğunda, bu hakların uygulanması sürekli olarak geciktirilmiş, adeta askıya alınmıştır.

Tanınma, yalnızca uluslararası hukuk düzleminde değil, aynı zamanda savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve etnik temizlik gibi eylemlerin uluslararası kamuoyunda görünür kılınmasına da olanak sağlar. Zira artık ortada sadece “insani bir kriz” değil, sistematik bir hak ihlali, yapısal bir işgal rejimi bulunmaktadır.

Fransa, Kanada, İrlanda, Almanya, İngiltere ve diğer Batılı devletlerin  tanıma adımları, uluslararası örf ve adet hukukunun tanıma yönündeki evrimini de işaret eder. Bu adımlar, benzer görüşteki devletlerin harekete geçmesine ve tanınma konusunda bir “opinio juris” (hukuki yükümlülük hissi) oluşmasına katkı sunabilir.

Filistin Haritada ve Kalplerde Var, Şimdi Hukukta Varolma Zamanı

Filistin’in tanınması, uluslararası sistemin artık siyasi manevraların ötesinde hukuki tutarlılık ve ahlaki bütünlük temelinde hareket etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Devlet tanıma, uluslararası ilişkilerde bir ülkenin hukuki statüsünü teyit etmekle kalmaz; aynı zamanda uluslararası normların evrensel mi, yoksa seçici mi uygulandığını da gözler önüne serer.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısal adaletsizliği nedeniyle, birçok halk gibi Filistin de fiili işgale karşı hukuki korumadan mahrum bırakılmıştır. Oysa Filistin’in tanınması, bu koruma alanını genişletir ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı somut yaptırımların yolunu açar.

 

Ayrıca bu tanıma, Filistinli mültecilerin dönüş hakkı, Doğu Kudüs’ün statüsü, sınırların belirlenmesi gibi temel sorunların çözümünde diplomatik bir temel sunar. Tanınmış bir devletin müzakere gücü, sadece temsil ettiği halk adına değil, aynı zamanda bölgesel barış adına da vazgeçilmezdir.

Filistin’i Tanımak Vicdanlarla Yüzleşmek Demek

Bir halkın devlet olarak tanınması; uluslararası hukuka göre meşru, ahlaken haklı, siyaseten de zorunlu bir eylemdir. Filistin’in tanınması, sadece mazlumun sesine kulak vermek değil, aynı zamanda hukuk sisteminin evrenselliğini korumaktır.

Bugün Filistin’e tanınma hakkı tanımayan her devlet, aslında sadece bir halkın kimliğini değil, uluslararası hukukun ahlaki meşruiyetini de görmezden gelmektedir. Ve her gecikme, yalnızca hukuki bir boşluk yaratmakla kalmaz; aynı zamanda tarihsel bir ayıbın derinleşmesine neden olur.

Filistin devleti vardır. Haritalarda, kalplerde ve uluslararası vicdanda… Şimdi onu hukukun satırlarında da kabul etmek, zamanın değil, insanlığın gereğidir.

Susturulamayan Hakikat

Tarihin terazisi artık daha hassas; devletleri, sadece güçleriyle değil, adalete ne kadar omuz verdikleriyle tartacak. Filistin’i tanımak, bir halkın yeryüzündeki varlığını kabul etmekten ibaret değil; insanlık vicdanının sınavıdır. Bugün Filistin’i tanımamak, yalnızca hukuku inkâr değil; bir halkın yaşam hakkına, kimliğine, onuruna göz dikmektir.

Sessizlik artık tarafsızlık değil, suça ortaklıktır. Haritalar değişebilir, sınırlar yeniden çizilebilir; ama adaletin önünde hiçbir işgal sonsuza kadar sürmez. Filistin’in tanınması, geç kalmış bir hukuki gereklilik değil, gecikmiş bir insanlık borcudur.

Analiz

Bir halk düşünün…

Yeryüzünde bir yerleri var ama pasaportları yok.

Toprakları var ama haritaları yok.

Evleri, mezarları, bayrakları, ağıtları, çocukları var… ama adları, birçok devletin diplomatik sözlüklerinde hâlâ yok.

Filistin, sadece bir coğrafya değil; parçalanmışlıkla yoğrulmuş bir kimliğin, direnişle örülmüş bir tarihin, adalete susamış bir vicdanın adıdır.

Her sabah umutla uyanan bir çocuk düşünün…

Gökyüzüne yükselen ezan sesiyle değil, bombaların gürültüsüyle güne başlayan; okul çantasını sırtına değil, yasını yüreğine yükleyen çocuklarla dolu sokaklar…

Bir çocuk ki, yaşadığı her an, bir gün dünya onları “devlet” olarak anarsa, ölümlerinin anlam kazanacağına inanıyor. Onlar için tanınmak, yalnızca siyasal bir kavuşma değil; hayatın, hafızanın ve haysiyetin kutsal bir onarımı.

Ve bir dünya düşünün…

Adaletin dili evrensel ama sesi seçici. Hukukun ilkeleri herkes için yazılmış ama herkese uygulanmıyor.

Filistin’in tanınması meselesi artık bir protokol değil, insanlıkla yüzleşmenin aynasıdır. Bugün dünya, yalnızca haritaları değil, yürekleri de yeniden çizmek zorunda. Çünkü tanımak; bazen bir imza, bazen bir duruş, ama her zaman bir vicdan meselesidir.

Uti Possidetis Juris: Ertelenmiş Hak, Ertelenmiş Barış

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, onun diğer devletler nezdinde egemen bir aktör olarak kabul edilmesini, uluslararası yükümlülüklere ve haklara sahip olmasını ifade eder. Bu tanıma; diplomatik ilişkilerin tesisi, antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına başvurma gibi pratik sonuçlar doğurur.

Filistin’in tanınma süreci, doğrudan doğruya halkların kendi kaderini tayin hakkı (self-determination) ve toprak bütünlüğü ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 1. maddesinde ve 1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 1. maddesinde açıkça yer alan bu hak, sömürge yönetiminden veya yabancı işgalden kurtulmak isteyen halklara kendi siyasi statülerini belirleme yetkisi verir.

Filistin halkının bu hakkı, hem 1970 tarihli “Dostane İlişkiler Bildirgesi” hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın 2004 tarihli “Ayrım Duvarı” Danışma Görüşü ile teyit edilmiştir. Divan, İsrail’in işgal altındaki topraklarda inşa ettiği duvarın, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını ihlal ettiğini tespit etmiş ve tüm devletleri bu duruma son verilmesi için yükümlü kılmıştır. Dolayısıyla Filistin’in devlet olarak tanınması, yalnızca siyasi bir tercih değil, uluslararası hukukun bağlayıcı ilkelerinin gereğidir.

Uluslararası hukukta tanıma, tek taraflı bir siyasi jest değil, devletler açısından doğrudan hukuki sonuçlar doğuran bir eylemdir. Ex injuria jus non oritur (hukuksuzluktan hak doğmaz) ilkesi uyarınca, işgal altında elde edilen toprak üzerindeki egemenlik iddiaları geçersizdir ve bu durumun fiilen tanınması yasaktır. Bu nedenle, İsrail’in işgal altındaki topraklarda sürdürdüğü yerleşim politikaları ve askeri operasyonlar, tanınan bir Filistin devleti bağlamında açık bir “egemenlik ihlali” ve “toprak bütünlüğüne saldırı” olarak tanımlanabilecektir.

Ayrıca, Roma Statüsü uyarınca Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi, Filistin topraklarında işlenen savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım fiillerini doğrudan kapsayacaktır. Bu durum, tanıma sonrasında işgalci eylemlere karşı yalnızca diplomatik değil, cezai yaptırımların da uygulanabilmesini mümkün kılar. Böylece tanıma, hem mağdur halkın hukuki koruma zırhını güçlendirir hem de işgalci güçlerin cezasızlık zırhını kırar.

 

Montevideo Sözleşmesi’nin 1. maddesi devlet olarak tanımaya dair dört temel unsurun varlığına işaret etmektedir;

1. Millet iradesine sahip bir nüfus

2. Egemen yetkilerle donatılmış belirli bir toprak parçası

3. Etkin ve toplumu tarafından kabul edilmiş bir hükümet

4. Bağımsızlık çatısı altında diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi.

Filistin’in bu unsurları uzun yıllardır karşıladığı, hatta birçok devlet tarafından ikili antlaşmalarda bir taraf olarak muamele gördüğü unutulmamalıdır. Ancak, tanınma meselesi, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda derin biçimde siyasi ve ahlaki bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada uluslararası toplumun çifte standardı, hukukun evrensel değerlerinin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Tanınma, Uluslararası Hukukun Dinamiklerini Değiştirir

Uluslararası hukukta bir devletin tanınması, yalnızca siyasi bir onay değil; çok sayıda hukuki sonucu beraberinde getiren bir statü tayinidir. Bu çerçevede Filistin’in devlet olarak tanınması, hukuki düzlemde üç temel etkide bulunur: egemenlik, sorumluluk ve erişim.

Birincisi, egemenlik ilkesinin tanınması, Filistin toprakları üzerindeki işgalin artık “sorunlu bir güvenlik meselesi” değil, doğrudan bir devletin egemenliğine karşı işlenmiş bir ihlal olarak tanımlanmasını sağlar. Bu durum, uluslararası toplumun İsrail’in uygulamalarına karşı daha açık ve net tavır alabilmesinin önünü açar.

İkincisi, Filistin’in tanınmasıyla birlikte, işgalci eylemler yalnızca siyasi baskı konusu değil, uluslararası ceza hukuku bakımından soruşturulabilir nitelikte ihlaller haline gelir. Özellikle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) yetkisi, tanınan bir devletin topraklarında işlenen suçlar bakımından daha doğrudan bir uygulama zemini bulur. UCM, 2021 yılında Filistin’in taraf devlet olması dolayısıyla İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki eylemlerini yargı yetkisine dâhil etmiştir. Bu durum, tanınma ile birlikte cezai sorumluluğun daha kurumsal ve etkili biçimde işletilebileceğini göstermektedir.

Üçüncüsü, tanınmış bir devlet, uluslararası örgütlerde daha güçlü temsil, bağlayıcı antlaşmalara taraf olabilme ve uluslararası yargı organlarına doğrudan başvurma hakkına kavuşur. Bu durum yalnızca diplomatik görünürlüğü artırmakla kalmaz; aynı zamanda Filistin’in maruz kaldığı ihlaller karşısında başvurabileceği uluslararası koruma mekanizmalarının genişlemesi anlamına gelir.

Tüm bu yönleriyle tanınma, Filistin davasını yalnızca ahlaki bir çağrı olmaktan çıkarıp, hukuki yaptırımı olan, kurumsallaşmış bir hak mücadelesi haline getirir. Ve bu noktada tanımayı reddetmek, yalnızca bir siyasi tutum değil, uluslararası hukukun gelişimine ket vuran bir direniş biçimidir.

Filistin: Uluslararası Hukukun Ertelenmiş Dosyası

Fransa ve Kanada gibi Batılı ülkelerin Filistin’i tanıma yönündeki adımları, uluslararası hukukta “deklaratif tanıma teorisi”nin etkili bir örneğidir. Bu teoriye göre bir devlet, Montevideo kriterlerini yerine getirdiği anda hukuken devlet olarak kabul edilebilir; diğer devletlerin tanıması yalnızca bu gerçeği teyit eden bir eylemdir.

Ancak politik gerçeklik, bu teorinin pratiğe yansımadığını göstermektedir. Filistin, 193’ten fazla üyenin bulunduğu Birleşmiş Milletler’de 140’tan fazla devlet tarafından tanınmasına rağmen, BM’ye tam üyeliği ABD’nin vetosu gibi siyasi engellere takılmaktadır. Bu durum, Birleşmiş Milletler Şartı’nda yer alan egemen eşitlik ilkesine aykırı bir çifte standardın sürdüğünü ortaya koymaktadır.

 

Filistin’in devlet olarak tanınması, aynı zamanda uluslararası ceza hukukunda da önemli sonuçlar doğurur. Devlet statüsü, özellikle Roma Statüsü çerçevesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi yetkisinin Filistin toprakları üzerinde uygulanabilirliğini güçlendirir. Bu, İsrail’in işgal altındaki topraklarda özellikle 7 Ekim 2023’ten bu yana gerçekleştirilen katliamların, soykırım suçu kapsamında ele alınması ve gerek devlet bağlamlı gerekse bireysel mahiyetli ihlallerin cezai olarak soruşturulmasına ve yargılanmasına zemin hazırlar.

Devlet Olmak İçin Daha Kaç Şehit Gerekiyor?

Uluslararası hukukta “uti possidetis juris” ve “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkeleri, Filistin gibi halkların devlet kurma ve tanınma taleplerini destekler niteliktedir. Bu ilkeler, sömürgecilikten çıkan veya işgal altında yaşayan halklara kendi siyasi geleceklerini tayin etme hakkı tanır. Ancak Filistin söz konusu olduğunda, bu hakların uygulanması sürekli olarak geciktirilmiş, adeta askıya alınmıştır.

Tanınma, yalnızca uluslararası hukuk düzleminde değil, aynı zamanda savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve etnik temizlik gibi eylemlerin uluslararası kamuoyunda görünür kılınmasına da olanak sağlar. Zira artık ortada sadece “insani bir kriz” değil, sistematik bir hak ihlali, yapısal bir işgal rejimi bulunmaktadır.

Fransa, Kanada, İrlanda, Almanya, İngiltere ve diğer Batılı devletlerin  tanıma adımları, uluslararası örf ve adet hukukunun tanıma yönündeki evrimini de işaret eder. Bu adımlar, benzer görüşteki devletlerin harekete geçmesine ve tanınma konusunda bir “opinio juris” (hukuki yükümlülük hissi) oluşmasına katkı sunabilir.

Filistin Haritada ve Kalplerde Var, Şimdi Hukukta Varolma Zamanı

Filistin’in tanınması, uluslararası sistemin artık siyasi manevraların ötesinde hukuki tutarlılık ve ahlaki bütünlük temelinde hareket etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Devlet tanıma, uluslararası ilişkilerde bir ülkenin hukuki statüsünü teyit etmekle kalmaz; aynı zamanda uluslararası normların evrensel mi, yoksa seçici mi uygulandığını da gözler önüne serer.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısal adaletsizliği nedeniyle, birçok halk gibi Filistin de fiili işgale karşı hukuki korumadan mahrum bırakılmıştır. Oysa Filistin’in tanınması, bu koruma alanını genişletir ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı somut yaptırımların yolunu açar.

 

Ayrıca bu tanıma, Filistinli mültecilerin dönüş hakkı, Doğu Kudüs’ün statüsü, sınırların belirlenmesi gibi temel sorunların çözümünde diplomatik bir temel sunar. Tanınmış bir devletin müzakere gücü, sadece temsil ettiği halk adına değil, aynı zamanda bölgesel barış adına da vazgeçilmezdir.

Filistin’i Tanımak Vicdanlarla Yüzleşmek Demek

Bir halkın devlet olarak tanınması; uluslararası hukuka göre meşru, ahlaken haklı, siyaseten de zorunlu bir eylemdir. Filistin’in tanınması, sadece mazlumun sesine kulak vermek değil, aynı zamanda hukuk sisteminin evrenselliğini korumaktır.

Bugün Filistin’e tanınma hakkı tanımayan her devlet, aslında sadece bir halkın kimliğini değil, uluslararası hukukun ahlaki meşruiyetini de görmezden gelmektedir. Ve her gecikme, yalnızca hukuki bir boşluk yaratmakla kalmaz; aynı zamanda tarihsel bir ayıbın derinleşmesine neden olur.

Filistin devleti vardır. Haritalarda, kalplerde ve uluslararası vicdanda… Şimdi onu hukukun satırlarında da kabul etmek, zamanın değil, insanlığın gereğidir.

Susturulamayan Hakikat

Tarihin terazisi artık daha hassas; devletleri, sadece güçleriyle değil, adalete ne kadar omuz verdikleriyle tartacak. Filistin’i tanımak, bir halkın yeryüzündeki varlığını kabul etmekten ibaret değil; insanlık vicdanının sınavıdır. Bugün Filistin’i tanımamak, yalnızca hukuku inkâr değil; bir halkın yaşam hakkına, kimliğine, onuruna göz dikmektir.

Sessizlik artık tarafsızlık değil, suça ortaklıktır. Haritalar değişebilir, sınırlar yeniden çizilebilir; ama adaletin önünde hiçbir işgal sonsuza kadar sürmez. Filistin’in tanınması, geç kalmış bir hukuki gereklilik değil, gecikmiş bir insanlık borcudur.

Bu Sayfada:

title

title

title

İlginizi çekebilir

İlginizi çekebilir

İlginizi çekebilir

• Kudüs Çalışma Grubu • Kudüs Çalışma Grubu