İsrail Yayılmacılığının Teopolitik Arka Planı

İsrail Yayılmacılığının Teopolitik Arka Planı

14 Ekim 2025

Prof. Dr. AHMET TÜRKAN


Görüş Yazısı

Teopolitik, günümüzde sıklıkla işittiğimiz bir kavramdır. Bu kavramla dinin sadece birey ve toplum üzerinde değil, ulusal veya uluslararası alandaki politik, askeri ve coğrafi etkenler başta olmak üzere pek çok alandaki etkisi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Filistin topraklarında başlayan Siyonist yayılmacılığı, din ile birlikte diğer tüm parçalar bir araya getirildiğinde tam olarak anlaşılabilecektir. Konuyu Filistin ve Kudüs özeline getirdiğimizde dini yaklaşımların ve söylemlerin teopolitik hedefler doğrultusunda nasıl harmanlandığını daha yakından görebiliriz. 2017 yılının aralık ayında BM’deki oylamada kahir ekseriyetteki ülkeler Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu kabul etmediği halde, ABD Başkanı Trump bu konudaki ısrarlı tavrını sürdürmüş ve elçiliğini Kudüs’e taşıttırmıştır. Trump verdiği destekle İsrail’deki kuruluşlar tarafından Yahudileri Babil esaretinden kurtaran Koreş’e (Cyrus) benzetilmiş ve adına sembolik para basılmıştır. Diğer yandan Kudüs’le ilgili BM’de yapılan oylamada İsrail’e destek veren ABD’nin BM Temsilcisi Nikki Haley ise tarihte Pagan anlayışı savunan Selevkoslara karşı mücadele eden Yahudi Makabilere benzetilmiştir. Görüldüğü üzere günümüz dünya siyasetindeki etkin figürler, Yahudi tarihindeki önemli kişilerle özdeşleştirilerek teopolitik bir yaklaşım sergilenmekte ve böylece İsrail’in yayılmacılığına meşruiyet sağlanmaya çalışılmaktadır.

Cumhuriyetçi bir ekolden gelmesi ve aşırı sağ söylemleri nedeniyle Trump’ın kendisini İsrail’in yayılmacı ve işgalci politikasına yakın konumlandırması çok da şaşırtıcı gelmemektedir. Ancak İsrail’in tek yanlı politikalarını dengelemeye çalışıyor gibi gözüken! ve Demokrat Parti ekolünden gelen bir önceki Başkan Joe Biden’ın da İsrail’in Gazze saldırıları sonrasında, “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yoktur.” söylemi de ayrı bir teopolitik yaklaşımdır. Başkan Biden, kullandığı Siyonist kavramıyla bir anlamda İsrail’in işgal ve soykırımlarına destek vermiştir. Bu noktada tarih boyunca İsrail’in yayılmacı anlayışıyla Siyonist kavramlarının hangi alanlarda çakıştığını anlamak için resmin bütününü tarihi süreçle ve yaşanan değişkenliklerle birlikte görmek gerekir.

Siyon kelimesinden türemiş olan Siyonizm anlayışının temeli Yahudi Kutsal kitabına dayandırılmaktadır. Buna göre Siyon, Yahudilerin kutsal kitabında Kral Davut tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılmış olan Kudüs için kullanılan bir isim olup, bu kelimenin kolonyal bir politika doğrultusunda bütün İsrail topraklarını kapsayacak hale gelmesi için 19. yüzyıl sonrasıdır. Bu bağlamda teolojik (dini) temelli bir İsrail devletinin kurulması dini metinler doğrultusunda mümkün olmadığında, teopolotik yaklaşımlarla meselenin alt yapısı oluşturulmuş ve atölye çalışmaları da bunun üzerinden yapılmıştır.

Yahudi Kutsal Kitabı Mezmurlarda, “Çevredeki kavaklara lirlerimizi astık. Çünkü orada bizi tutsak edenler bizden ezgiler, bize zulmedenler bizden şenlik istiyor, ‘Siyon ezgilerinden birini okuyun bize!’ diyorlardı. Nasıl okuyabiliriz Rabbin ezgisini El toprağında? Ey Yeruşalim (Kudüs), seni unutursam, Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalim’i en büyük sevincimden üstün tutmazsam, Dilim damağıma yapışsın!” ibareleri geçmektedir. M.S. 70 yılında Kudüs ve onun içerisindeki Süleyman Mabedi Romalılar tarafından yıkıldığında Yahudiler yukarıdaki dini metinleri daha sıklıkla zikretmişler ve dualarının sonunda hep ‘Kudüs’te buluşmak üzere’ diye temennide bulunmuşlardır. Ancak Yahudiler için bu dua Kudüs’e dair bir temenniyi anlatmasına rağmen bugünkü anlamda Yahudi yayılmacılığını ifade eden Siyonizm kavramı ile eşdeğer değildir. Çünkü bunun için belli başlı süreçlerin tamamlanmış olması lazımdır ki, öncelikle İsrail’in kuruluşunun Tanrı’nın emriyle ve Mesih aracılığıyla olması gerekir. Nitekim: Yahudi kutsal kitabının (Yeremya, 27/22) kısmında şu ibareler geçmektedir: “Rab diyor ki onlar, Babil’e sürgün edileceklerdir ve orada, onlar hatırlayacağım kadar kalacaklardır. O zaman onları alacak ve yeniden buraya getireceğim.” Dolayısıyla Yeremya kısmında geçen buyrukların zıttına olarak, 1948 yılının mayıs ayında İsrail devleti BM tarafından tanındığında bir kesim bunu “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” olarak algılamıştır.

Diğer yandan tarih boyunca Mesih’in gelmesi konusunda da Yahudiler arasında fikir birliği olmamıştır. Onlardan bazıları, “çoğunluğu Yahudi olan bir şehirde sürgünde oturmaktansa, çoğunluğu putperest olan İsrail’de oturmak daha iyidir.” derken, diğerleri de “Babil’i terk eden kimsenin müsbet bir emri ihlal ettiğini” belirtmiştir.

1800’lü yıllarda Ortodoks Yahudiliğe karşı refleks olarak gelişmiş olan Reformist Yahudilerin Kudüs ve Mesih konusundaki yaklaşımlarına bakıldığında bu konuları çok da önemsemedikleri dikkat çeker. Onlar için bulundukları ülkelere entegrasyon ve iyi bir Avrupalı olmak daha ön plandadır, hatta bazılarında yaşadıkları ülkenin Kudüs gibi görülebileceği kanaati dahi vardır.

Ortodoks Yahudilerin ancak Mesih’in gelmesi ve onun aracılığıyla bir devlet ve mabede sahip olunacağı inancı ve reformistlerin bulundukları ülkelere entegrasyonun ön plana çıktığı böyle bir atmosferde kolonyal anlamda bir Siyonizm’in ve Filistin topraklarına toplu Yahudi göçlerinin hangi saiklerden kaynaklandığı sorulabilir. Buna verilecek en kısa cevap 19. yüzyıl Avrupa’sındaki Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, diğer yandan onlardan siyasi, ekonomik ve dini beklentilerdir. Dolayısıyla Günümüzdeki İsrail probleminin kökeni, 19. yüzyıldaki Avrupa sorunundan kaynaklanmaktadır. Son İran-İsrail Savaşı’nda Netanyahu’nun söylemi de bunu teyit etmekte olup o, Avrupalı ülkelere “Ben sizin değerleriniz için savaşıyorum.” demekten kendini alamamıştır. Medyada bu söz üzerinde çok fazla durulmasa da aslında iki asırdır devam eden Yahudi sorununun birkaç kelimeyle itirafıdır.

Yahudiler içerisinde apokaliptik (dünyanın sonu) yaklaşıma sahip dini gruplar olmasına rağmen bunlar lokal düzeyde kalmıştır. Ancak sistemli, etkin ve uluslararası platformda dini etki yapacak düzeyde apokaliptik yaklaşımların daha çok kıta Hristiyan Batılılar tarafından 19. yüzyılda Yahudilere ihraç edilmeye çalışıldığı görülür. Burada da başat rolde püritenler vardır. Dolayısıyla ilgili yüzyıldaki hadiseleri derinlemesine ele almak bugünkü İsrail yayılmacılığının temellerinin nasıl atıldığını anlamaya da yardımcı olacaktır. Öncelikle 19. yüzyılın başlarına Avrupa coğrafyasına bakıldığında bir Yahudi aydınlanmasından ve Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu milliyetçilik anlayışı dolayısıyla Yahudi entellektüellerinde ulus devlet anlayışına dair kıpırdanmaların olduğu görülür. Ancak bunlar kitlesel, bütüncül ve sistematik bir devlet kurma yönünde çalışmalar değildir. Aynı yüzyılın başlarında İngiltere başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde dünyevi asketik bir anlayışı savunan püriten yaklaşımların geliştiği ve Hristiyan Siyonizm’inin propagandasının yapıldığı görülür. Bu propagandanın araçsallaştırdığı kesim ise Yahudilerdir. Hatta İngiliz Prusya ortaklığında Kudüs’te bir piskoposluk kurulduğunda (1841) ve oradaki Yahudiler Hristiyanlaştırılmaya çalışıldığında bölgedeki Osmanlı Yahudileri buna büyük tepki vermiştir. Dolayısıyla Yahudi Siyonizm’inden çok önce Püriten anlayışı temel alan Hristiyan Siyonizmi, uluslararası alanda faaliyetlerini bir plan dahilinde oluşturmuştur. Çok geniş bir kavram olan Hristiyan Siyonizm’ini birkaç cümleyle özetleyecek olursak, diğer pek çok Hristiyan anlayışın zıttına İncil’deki pasajları literal anlamda okuyan, dünyanın sonu teorilerini ön plana çıkaran ve İsa Mesih’in tekrar yeryüzüne gelmesi için Yahudilerin Filistin topraklarına hâkim olması gerektiğini savunan bir anlayıştır. Yahudiler Hristiyan Siyonistlerin bu söylemlerini çok ciddiye almayıp kendileri ile ilgili takiye yaptıklarını düşünürken 19. yüzyılın sonunda Avrupa merkezli olarak yaşanan olaylar Yahudi Siyonizm’inin gelişmesini sağlamıştır. Yahudileri böyle bir tavra sevk eden ana etkenler; Avrupa’da Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, Rusya’daki Yahudilerin Çar II. Aleksandır’ın suikastından sorumlu tutulmalarından kaynaklanan zorunlu göçler (pogrom) ve Dreyfus hadisesidir. Diğer yandan Avrupa’nın pek çok ülkesinde yaşayan Yahudilerin de milliyetçilik anlayışından etkilenmeleri bir ulus devlet kurma güdüsünü arttırmıştır. Dolayısıyla İsrail’in kuruluşunun atölye çalışmasını yapan ve temellerini atanlar daha çok seküler kişiler olup, ancak ilerleyen süreçlerde onlar Yahudi göçüne (aliyah) dair motivasyonları artırmak için dini söylemlere başvurmaktan kendilerini alamamışlardır.

Siyasi anlamda Siyonizm’i planlı bir şekilde uluslararası platforma taşıyan ve bir ideoloji olarak kurumsallaştıran Theodor Herzl dahil Yahudilerin çoğu seküler, milliyetçi ve hatta Batı’daki işçi hareketlerinden etkilenen kişilerdir. İsrail’in ilk başbakanı olan David Ben Gurion da işçi ve komünist bir gelenekten gelen siyasi Siyonizmi savunan bir kişidir. O, dini bakış açısını tamamıyla yansıtmadığı halde dindar Yahudileri Filistin topraklarına getirmek için pek çok dini kavramı kullanmıştır. Ancak Ben Gurion ve haleflerinin söylemlerindeki dini kavramlar daha çok dinle içi içe geçmiş bir Yahudi tarih ve kültürünü içermektedir. Hatta o dönemde onlar, Filistin ve İsrail olmak üzere iki devletli çözüme çok da uzak değillerdir. Ancak 1967 Arap İsrail Savaşından sonra sürecin farklı bir safhaya ilerlediği gözükmektedir. Bu savaş sonrası Kudüs’te bir mabedin yapılmasının Tanrı’nın emriyle Mesih’in aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini düşünerek İsrail’in varlığına kuşkuyla bakan pek çok dindar kesim İsrail’i bir Yahudi devleti olarak kanıksamış ve buralar bize Tanrı tarafından verildi diyerek dini söylemlerdeki tonu diğerlerini dışlayıcı bir şekilde kullanmışlardır. Hatta teopolitik yaklaşımlar direkt teolojik vaaza dönüşmeye başlamıştır. İçteki etkinin yanı sıra uluslararası gelişmeler de buna önemli katalizör etkisi yapmıştır. İsrail’de de ultra milliyetçi, aşırı sağ iktidar ve koalisyonların kurulması ve 1980 sonrası Amerika’da evanjelik Hristiyanların lobilerinin artması, sağ iktidarların İsrail’e koşulsuz destek vermeleri kolonyal anlamdaki dini söylemlerin daha da artmasını sağlamıştır. Dolayısıyla yüzyıl öncesinde İsrail’in kuruluşu için atılan adımlarda ulus anlayışı ve ortak vatan ülküsü temel alınıp din burada araçsallaştırılan bir mekanizma olarak kullanılırken, günümüzde ise dini söylemler merkeze konularak coğrafi, askeri ve siyasi gibi pek çok etkenler çeperde yer almaktadır. Hatta bazen teopolitik yaklaşımının da ötesine geçerek kutsal kitaptan yaptığı alıntılarla Yahudilere vaaz veren ve teolojik alana müdahale eden devlet başkanı profili karşımıza çıkmaktadır. Gazze Savaşı’nda Netenyahu’nun Yahudi kutsal kitabına yaptığı atıflar bunu teyit etmektedir. Netanyahu Yahudi kutsal kitabında geçen “Şimdi git, Amalek'e saldır! Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme! Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür!” (Tanah, 1. Samuel 15:3) pasajları sıklıkla vurgulayarak Gazzeli Müslümanlara nasıl davranılması gerektiğini dini metinlerle desteklemeye çalışmıştır.

Tüm bu söylemlerin yanında, burada şunun altını kalın çizgiyle çizmemiz gerekir ki dünyadaki siyasi gelişmelerin ve konjonktürün bir asırdır Yahudilerin lehine sonuçlanması İsrail’in hukuk tanımaz işgalci politikalarını hızlandırmıştır. Siyonist Yahudiler günümüzde tepoolitik söylemlerini de iki temel üzerine bina etmekte ve bunun üzerinden propaganda yapmaktadırlar. Bunlar; asırlardır kendilerine yapılan antisemitik tutumlar, diğeri de seçilmişlik anlayışıdır. Ancak 7 Ekim sonrasında Batı kamuoyunda İsrail’e karşı olan destekte büyük azalma gözükmektedir. Bu durum İsrail’e koşulsuz destek veren Trump’ın söylemlerine de yansımıştır. O, Eylül 2025’teki açıklamasında, kongrede İsrail'e verilen desteğin son 20 yılda önemli ölçüde azaldığını belirtmiş ve bu durumu beklemediğini ifade eden Trump, bu etkinin zayıfladığını görmenin kendisini şaşırttığını söylemiştir. Tel Aviv yönetiminin Gazze'ye yönelik saldırılarını "bir an önce bitirmesi gerektiğine" işaret eden Trump, mevcut durumun İsrail'e "zarar verdiğinin" altını önemle çizmiştir. Yakın zamanda Trump’ı böyle bir söyleme sevk eden etken Avrupa devletlerinin pek çoğunun iki devletli çözümü desteklediklerini ve Filistin’i tanıyacaklarını belirtmeleridir. Çünkü İsrail Gazze’deki soykırımını sürdürmenin yanında Batı Şeria’daki hukuksuz yerleşimlerini genişleterek on binlerce Filistinliyi yerinden etmiş ve onların geçim kaynakları olan ürünlerini hasat etmelerine bile izin vermemiştir. Benzer mağduriyetleri Müslümanların yanı sıra bölgedeki Hristiyanlar da yaşamakta olup, Avrupa devletleri de uzun zamandır bir taraftan İsrail’i tamamen karşılarına almama diğer yandan ise Hristiyanları koruma refleksinin ikilemini uzun zamandır yaşamaktadır. Son zamanlarda iki devletli çözüm bir anlamda bölgedeki Hristiyanların geleceğini de garantiye alma amacına yöneliktir. İsrail ise Batı Şeria’daki işgali, ilhaka çevirerek işi oldu bittiye getirip Avrupa devletlerinin tutumunda değişikliğe gitmek istemektedir. İsrail’in kuruluşundan beri yayılmacı politikasına bakıldığında şu basamakları adım adım takip ettiği ve belli bir stratejik plan dahilinde hareket ettiği gözükmektedir;

·      Hukuksuz işgal ve yerleşimler,

·      Filistin ulusal önderliğini güçlendirecek bir Müslüman-Hristiyan koalisyon olasılığını oradan kaldıracak taktik ve stratejik hedef geliştirme,

·      Kudüs’teki İsrail politikalarına karşı birleşik bir Hristiyan cephesi oluşumuna, karşı caydırıcı politikalar izlemek,

·      Mümkün olduğunca kiliseye ait arazileri satın almak veya kiralamak,

·      Müslümanların dini mabetlerine saldırmak ve onları ele geçirmeye çalışmak,

·      Müslümanların kendi arasındaki ayrılıklarını tetiklemektir.

Sonuç olarak, bugünkü İsrail sorunu iki asır öncesinin Avrupa Yahudileri sorunudur. Siyonizmi araçsallaştıran ve uluslararası alanda sistematik bir şekilde ilk defa atölye çalışmasını yapanlar Protestan Püritenlerdir. O zaman günümüzün Siyonist Yahudi sorunu teopolitik yaklaşımlardan da arındırılıp reelpolitik açıdan nasıl çözülür? Sorunun tarafı olanların sorunu gerçekten çözmek istedikleri zaman çözülür. Yani, Batılıların -özellikle ABD’nin- ileri karakolları olarak gördükleri İsrail’in kendilerine bir fayda getirmeyeceklerine kesin olarak inandıkları ve Müslüman ülkelerin de birlik içerisinde, amaç ve hedefleri belli bir stratejik plan dahilinde, hareket ettikleri zaman…


Görüş Yazısı

Teopolitik, günümüzde sıklıkla işittiğimiz bir kavramdır. Bu kavramla dinin sadece birey ve toplum üzerinde değil, ulusal veya uluslararası alandaki politik, askeri ve coğrafi etkenler başta olmak üzere pek çok alandaki etkisi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Filistin topraklarında başlayan Siyonist yayılmacılığı, din ile birlikte diğer tüm parçalar bir araya getirildiğinde tam olarak anlaşılabilecektir. Konuyu Filistin ve Kudüs özeline getirdiğimizde dini yaklaşımların ve söylemlerin teopolitik hedefler doğrultusunda nasıl harmanlandığını daha yakından görebiliriz. 2017 yılının aralık ayında BM’deki oylamada kahir ekseriyetteki ülkeler Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu kabul etmediği halde, ABD Başkanı Trump bu konudaki ısrarlı tavrını sürdürmüş ve elçiliğini Kudüs’e taşıttırmıştır. Trump verdiği destekle İsrail’deki kuruluşlar tarafından Yahudileri Babil esaretinden kurtaran Koreş’e (Cyrus) benzetilmiş ve adına sembolik para basılmıştır. Diğer yandan Kudüs’le ilgili BM’de yapılan oylamada İsrail’e destek veren ABD’nin BM Temsilcisi Nikki Haley ise tarihte Pagan anlayışı savunan Selevkoslara karşı mücadele eden Yahudi Makabilere benzetilmiştir. Görüldüğü üzere günümüz dünya siyasetindeki etkin figürler, Yahudi tarihindeki önemli kişilerle özdeşleştirilerek teopolitik bir yaklaşım sergilenmekte ve böylece İsrail’in yayılmacılığına meşruiyet sağlanmaya çalışılmaktadır.

Cumhuriyetçi bir ekolden gelmesi ve aşırı sağ söylemleri nedeniyle Trump’ın kendisini İsrail’in yayılmacı ve işgalci politikasına yakın konumlandırması çok da şaşırtıcı gelmemektedir. Ancak İsrail’in tek yanlı politikalarını dengelemeye çalışıyor gibi gözüken! ve Demokrat Parti ekolünden gelen bir önceki Başkan Joe Biden’ın da İsrail’in Gazze saldırıları sonrasında, “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yoktur.” söylemi de ayrı bir teopolitik yaklaşımdır. Başkan Biden, kullandığı Siyonist kavramıyla bir anlamda İsrail’in işgal ve soykırımlarına destek vermiştir. Bu noktada tarih boyunca İsrail’in yayılmacı anlayışıyla Siyonist kavramlarının hangi alanlarda çakıştığını anlamak için resmin bütününü tarihi süreçle ve yaşanan değişkenliklerle birlikte görmek gerekir.

Siyon kelimesinden türemiş olan Siyonizm anlayışının temeli Yahudi Kutsal kitabına dayandırılmaktadır. Buna göre Siyon, Yahudilerin kutsal kitabında Kral Davut tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılmış olan Kudüs için kullanılan bir isim olup, bu kelimenin kolonyal bir politika doğrultusunda bütün İsrail topraklarını kapsayacak hale gelmesi için 19. yüzyıl sonrasıdır. Bu bağlamda teolojik (dini) temelli bir İsrail devletinin kurulması dini metinler doğrultusunda mümkün olmadığında, teopolotik yaklaşımlarla meselenin alt yapısı oluşturulmuş ve atölye çalışmaları da bunun üzerinden yapılmıştır.

Yahudi Kutsal Kitabı Mezmurlarda, “Çevredeki kavaklara lirlerimizi astık. Çünkü orada bizi tutsak edenler bizden ezgiler, bize zulmedenler bizden şenlik istiyor, ‘Siyon ezgilerinden birini okuyun bize!’ diyorlardı. Nasıl okuyabiliriz Rabbin ezgisini El toprağında? Ey Yeruşalim (Kudüs), seni unutursam, Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalim’i en büyük sevincimden üstün tutmazsam, Dilim damağıma yapışsın!” ibareleri geçmektedir. M.S. 70 yılında Kudüs ve onun içerisindeki Süleyman Mabedi Romalılar tarafından yıkıldığında Yahudiler yukarıdaki dini metinleri daha sıklıkla zikretmişler ve dualarının sonunda hep ‘Kudüs’te buluşmak üzere’ diye temennide bulunmuşlardır. Ancak Yahudiler için bu dua Kudüs’e dair bir temenniyi anlatmasına rağmen bugünkü anlamda Yahudi yayılmacılığını ifade eden Siyonizm kavramı ile eşdeğer değildir. Çünkü bunun için belli başlı süreçlerin tamamlanmış olması lazımdır ki, öncelikle İsrail’in kuruluşunun Tanrı’nın emriyle ve Mesih aracılığıyla olması gerekir. Nitekim: Yahudi kutsal kitabının (Yeremya, 27/22) kısmında şu ibareler geçmektedir: “Rab diyor ki onlar, Babil’e sürgün edileceklerdir ve orada, onlar hatırlayacağım kadar kalacaklardır. O zaman onları alacak ve yeniden buraya getireceğim.” Dolayısıyla Yeremya kısmında geçen buyrukların zıttına olarak, 1948 yılının mayıs ayında İsrail devleti BM tarafından tanındığında bir kesim bunu “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” olarak algılamıştır.

Diğer yandan tarih boyunca Mesih’in gelmesi konusunda da Yahudiler arasında fikir birliği olmamıştır. Onlardan bazıları, “çoğunluğu Yahudi olan bir şehirde sürgünde oturmaktansa, çoğunluğu putperest olan İsrail’de oturmak daha iyidir.” derken, diğerleri de “Babil’i terk eden kimsenin müsbet bir emri ihlal ettiğini” belirtmiştir.

1800’lü yıllarda Ortodoks Yahudiliğe karşı refleks olarak gelişmiş olan Reformist Yahudilerin Kudüs ve Mesih konusundaki yaklaşımlarına bakıldığında bu konuları çok da önemsemedikleri dikkat çeker. Onlar için bulundukları ülkelere entegrasyon ve iyi bir Avrupalı olmak daha ön plandadır, hatta bazılarında yaşadıkları ülkenin Kudüs gibi görülebileceği kanaati dahi vardır.

Ortodoks Yahudilerin ancak Mesih’in gelmesi ve onun aracılığıyla bir devlet ve mabede sahip olunacağı inancı ve reformistlerin bulundukları ülkelere entegrasyonun ön plana çıktığı böyle bir atmosferde kolonyal anlamda bir Siyonizm’in ve Filistin topraklarına toplu Yahudi göçlerinin hangi saiklerden kaynaklandığı sorulabilir. Buna verilecek en kısa cevap 19. yüzyıl Avrupa’sındaki Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, diğer yandan onlardan siyasi, ekonomik ve dini beklentilerdir. Dolayısıyla Günümüzdeki İsrail probleminin kökeni, 19. yüzyıldaki Avrupa sorunundan kaynaklanmaktadır. Son İran-İsrail Savaşı’nda Netanyahu’nun söylemi de bunu teyit etmekte olup o, Avrupalı ülkelere “Ben sizin değerleriniz için savaşıyorum.” demekten kendini alamamıştır. Medyada bu söz üzerinde çok fazla durulmasa da aslında iki asırdır devam eden Yahudi sorununun birkaç kelimeyle itirafıdır.

Yahudiler içerisinde apokaliptik (dünyanın sonu) yaklaşıma sahip dini gruplar olmasına rağmen bunlar lokal düzeyde kalmıştır. Ancak sistemli, etkin ve uluslararası platformda dini etki yapacak düzeyde apokaliptik yaklaşımların daha çok kıta Hristiyan Batılılar tarafından 19. yüzyılda Yahudilere ihraç edilmeye çalışıldığı görülür. Burada da başat rolde püritenler vardır. Dolayısıyla ilgili yüzyıldaki hadiseleri derinlemesine ele almak bugünkü İsrail yayılmacılığının temellerinin nasıl atıldığını anlamaya da yardımcı olacaktır. Öncelikle 19. yüzyılın başlarına Avrupa coğrafyasına bakıldığında bir Yahudi aydınlanmasından ve Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu milliyetçilik anlayışı dolayısıyla Yahudi entellektüellerinde ulus devlet anlayışına dair kıpırdanmaların olduğu görülür. Ancak bunlar kitlesel, bütüncül ve sistematik bir devlet kurma yönünde çalışmalar değildir. Aynı yüzyılın başlarında İngiltere başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde dünyevi asketik bir anlayışı savunan püriten yaklaşımların geliştiği ve Hristiyan Siyonizm’inin propagandasının yapıldığı görülür. Bu propagandanın araçsallaştırdığı kesim ise Yahudilerdir. Hatta İngiliz Prusya ortaklığında Kudüs’te bir piskoposluk kurulduğunda (1841) ve oradaki Yahudiler Hristiyanlaştırılmaya çalışıldığında bölgedeki Osmanlı Yahudileri buna büyük tepki vermiştir. Dolayısıyla Yahudi Siyonizm’inden çok önce Püriten anlayışı temel alan Hristiyan Siyonizmi, uluslararası alanda faaliyetlerini bir plan dahilinde oluşturmuştur. Çok geniş bir kavram olan Hristiyan Siyonizm’ini birkaç cümleyle özetleyecek olursak, diğer pek çok Hristiyan anlayışın zıttına İncil’deki pasajları literal anlamda okuyan, dünyanın sonu teorilerini ön plana çıkaran ve İsa Mesih’in tekrar yeryüzüne gelmesi için Yahudilerin Filistin topraklarına hâkim olması gerektiğini savunan bir anlayıştır. Yahudiler Hristiyan Siyonistlerin bu söylemlerini çok ciddiye almayıp kendileri ile ilgili takiye yaptıklarını düşünürken 19. yüzyılın sonunda Avrupa merkezli olarak yaşanan olaylar Yahudi Siyonizm’inin gelişmesini sağlamıştır. Yahudileri böyle bir tavra sevk eden ana etkenler; Avrupa’da Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, Rusya’daki Yahudilerin Çar II. Aleksandır’ın suikastından sorumlu tutulmalarından kaynaklanan zorunlu göçler (pogrom) ve Dreyfus hadisesidir. Diğer yandan Avrupa’nın pek çok ülkesinde yaşayan Yahudilerin de milliyetçilik anlayışından etkilenmeleri bir ulus devlet kurma güdüsünü arttırmıştır. Dolayısıyla İsrail’in kuruluşunun atölye çalışmasını yapan ve temellerini atanlar daha çok seküler kişiler olup, ancak ilerleyen süreçlerde onlar Yahudi göçüne (aliyah) dair motivasyonları artırmak için dini söylemlere başvurmaktan kendilerini alamamışlardır.

Siyasi anlamda Siyonizm’i planlı bir şekilde uluslararası platforma taşıyan ve bir ideoloji olarak kurumsallaştıran Theodor Herzl dahil Yahudilerin çoğu seküler, milliyetçi ve hatta Batı’daki işçi hareketlerinden etkilenen kişilerdir. İsrail’in ilk başbakanı olan David Ben Gurion da işçi ve komünist bir gelenekten gelen siyasi Siyonizmi savunan bir kişidir. O, dini bakış açısını tamamıyla yansıtmadığı halde dindar Yahudileri Filistin topraklarına getirmek için pek çok dini kavramı kullanmıştır. Ancak Ben Gurion ve haleflerinin söylemlerindeki dini kavramlar daha çok dinle içi içe geçmiş bir Yahudi tarih ve kültürünü içermektedir. Hatta o dönemde onlar, Filistin ve İsrail olmak üzere iki devletli çözüme çok da uzak değillerdir. Ancak 1967 Arap İsrail Savaşından sonra sürecin farklı bir safhaya ilerlediği gözükmektedir. Bu savaş sonrası Kudüs’te bir mabedin yapılmasının Tanrı’nın emriyle Mesih’in aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini düşünerek İsrail’in varlığına kuşkuyla bakan pek çok dindar kesim İsrail’i bir Yahudi devleti olarak kanıksamış ve buralar bize Tanrı tarafından verildi diyerek dini söylemlerdeki tonu diğerlerini dışlayıcı bir şekilde kullanmışlardır. Hatta teopolitik yaklaşımlar direkt teolojik vaaza dönüşmeye başlamıştır. İçteki etkinin yanı sıra uluslararası gelişmeler de buna önemli katalizör etkisi yapmıştır. İsrail’de de ultra milliyetçi, aşırı sağ iktidar ve koalisyonların kurulması ve 1980 sonrası Amerika’da evanjelik Hristiyanların lobilerinin artması, sağ iktidarların İsrail’e koşulsuz destek vermeleri kolonyal anlamdaki dini söylemlerin daha da artmasını sağlamıştır. Dolayısıyla yüzyıl öncesinde İsrail’in kuruluşu için atılan adımlarda ulus anlayışı ve ortak vatan ülküsü temel alınıp din burada araçsallaştırılan bir mekanizma olarak kullanılırken, günümüzde ise dini söylemler merkeze konularak coğrafi, askeri ve siyasi gibi pek çok etkenler çeperde yer almaktadır. Hatta bazen teopolitik yaklaşımının da ötesine geçerek kutsal kitaptan yaptığı alıntılarla Yahudilere vaaz veren ve teolojik alana müdahale eden devlet başkanı profili karşımıza çıkmaktadır. Gazze Savaşı’nda Netenyahu’nun Yahudi kutsal kitabına yaptığı atıflar bunu teyit etmektedir. Netanyahu Yahudi kutsal kitabında geçen “Şimdi git, Amalek'e saldır! Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme! Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür!” (Tanah, 1. Samuel 15:3) pasajları sıklıkla vurgulayarak Gazzeli Müslümanlara nasıl davranılması gerektiğini dini metinlerle desteklemeye çalışmıştır.

Tüm bu söylemlerin yanında, burada şunun altını kalın çizgiyle çizmemiz gerekir ki dünyadaki siyasi gelişmelerin ve konjonktürün bir asırdır Yahudilerin lehine sonuçlanması İsrail’in hukuk tanımaz işgalci politikalarını hızlandırmıştır. Siyonist Yahudiler günümüzde tepoolitik söylemlerini de iki temel üzerine bina etmekte ve bunun üzerinden propaganda yapmaktadırlar. Bunlar; asırlardır kendilerine yapılan antisemitik tutumlar, diğeri de seçilmişlik anlayışıdır. Ancak 7 Ekim sonrasında Batı kamuoyunda İsrail’e karşı olan destekte büyük azalma gözükmektedir. Bu durum İsrail’e koşulsuz destek veren Trump’ın söylemlerine de yansımıştır. O, Eylül 2025’teki açıklamasında, kongrede İsrail'e verilen desteğin son 20 yılda önemli ölçüde azaldığını belirtmiş ve bu durumu beklemediğini ifade eden Trump, bu etkinin zayıfladığını görmenin kendisini şaşırttığını söylemiştir. Tel Aviv yönetiminin Gazze'ye yönelik saldırılarını "bir an önce bitirmesi gerektiğine" işaret eden Trump, mevcut durumun İsrail'e "zarar verdiğinin" altını önemle çizmiştir. Yakın zamanda Trump’ı böyle bir söyleme sevk eden etken Avrupa devletlerinin pek çoğunun iki devletli çözümü desteklediklerini ve Filistin’i tanıyacaklarını belirtmeleridir. Çünkü İsrail Gazze’deki soykırımını sürdürmenin yanında Batı Şeria’daki hukuksuz yerleşimlerini genişleterek on binlerce Filistinliyi yerinden etmiş ve onların geçim kaynakları olan ürünlerini hasat etmelerine bile izin vermemiştir. Benzer mağduriyetleri Müslümanların yanı sıra bölgedeki Hristiyanlar da yaşamakta olup, Avrupa devletleri de uzun zamandır bir taraftan İsrail’i tamamen karşılarına almama diğer yandan ise Hristiyanları koruma refleksinin ikilemini uzun zamandır yaşamaktadır. Son zamanlarda iki devletli çözüm bir anlamda bölgedeki Hristiyanların geleceğini de garantiye alma amacına yöneliktir. İsrail ise Batı Şeria’daki işgali, ilhaka çevirerek işi oldu bittiye getirip Avrupa devletlerinin tutumunda değişikliğe gitmek istemektedir. İsrail’in kuruluşundan beri yayılmacı politikasına bakıldığında şu basamakları adım adım takip ettiği ve belli bir stratejik plan dahilinde hareket ettiği gözükmektedir;

·      Hukuksuz işgal ve yerleşimler,

·      Filistin ulusal önderliğini güçlendirecek bir Müslüman-Hristiyan koalisyon olasılığını oradan kaldıracak taktik ve stratejik hedef geliştirme,

·      Kudüs’teki İsrail politikalarına karşı birleşik bir Hristiyan cephesi oluşumuna, karşı caydırıcı politikalar izlemek,

·      Mümkün olduğunca kiliseye ait arazileri satın almak veya kiralamak,

·      Müslümanların dini mabetlerine saldırmak ve onları ele geçirmeye çalışmak,

·      Müslümanların kendi arasındaki ayrılıklarını tetiklemektir.

Sonuç olarak, bugünkü İsrail sorunu iki asır öncesinin Avrupa Yahudileri sorunudur. Siyonizmi araçsallaştıran ve uluslararası alanda sistematik bir şekilde ilk defa atölye çalışmasını yapanlar Protestan Püritenlerdir. O zaman günümüzün Siyonist Yahudi sorunu teopolitik yaklaşımlardan da arındırılıp reelpolitik açıdan nasıl çözülür? Sorunun tarafı olanların sorunu gerçekten çözmek istedikleri zaman çözülür. Yani, Batılıların -özellikle ABD’nin- ileri karakolları olarak gördükleri İsrail’in kendilerine bir fayda getirmeyeceklerine kesin olarak inandıkları ve Müslüman ülkelerin de birlik içerisinde, amaç ve hedefleri belli bir stratejik plan dahilinde, hareket ettikleri zaman…


Görüş Yazısı

Teopolitik, günümüzde sıklıkla işittiğimiz bir kavramdır. Bu kavramla dinin sadece birey ve toplum üzerinde değil, ulusal veya uluslararası alandaki politik, askeri ve coğrafi etkenler başta olmak üzere pek çok alandaki etkisi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Filistin topraklarında başlayan Siyonist yayılmacılığı, din ile birlikte diğer tüm parçalar bir araya getirildiğinde tam olarak anlaşılabilecektir. Konuyu Filistin ve Kudüs özeline getirdiğimizde dini yaklaşımların ve söylemlerin teopolitik hedefler doğrultusunda nasıl harmanlandığını daha yakından görebiliriz. 2017 yılının aralık ayında BM’deki oylamada kahir ekseriyetteki ülkeler Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu kabul etmediği halde, ABD Başkanı Trump bu konudaki ısrarlı tavrını sürdürmüş ve elçiliğini Kudüs’e taşıttırmıştır. Trump verdiği destekle İsrail’deki kuruluşlar tarafından Yahudileri Babil esaretinden kurtaran Koreş’e (Cyrus) benzetilmiş ve adına sembolik para basılmıştır. Diğer yandan Kudüs’le ilgili BM’de yapılan oylamada İsrail’e destek veren ABD’nin BM Temsilcisi Nikki Haley ise tarihte Pagan anlayışı savunan Selevkoslara karşı mücadele eden Yahudi Makabilere benzetilmiştir. Görüldüğü üzere günümüz dünya siyasetindeki etkin figürler, Yahudi tarihindeki önemli kişilerle özdeşleştirilerek teopolitik bir yaklaşım sergilenmekte ve böylece İsrail’in yayılmacılığına meşruiyet sağlanmaya çalışılmaktadır.

Cumhuriyetçi bir ekolden gelmesi ve aşırı sağ söylemleri nedeniyle Trump’ın kendisini İsrail’in yayılmacı ve işgalci politikasına yakın konumlandırması çok da şaşırtıcı gelmemektedir. Ancak İsrail’in tek yanlı politikalarını dengelemeye çalışıyor gibi gözüken! ve Demokrat Parti ekolünden gelen bir önceki Başkan Joe Biden’ın da İsrail’in Gazze saldırıları sonrasında, “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yoktur.” söylemi de ayrı bir teopolitik yaklaşımdır. Başkan Biden, kullandığı Siyonist kavramıyla bir anlamda İsrail’in işgal ve soykırımlarına destek vermiştir. Bu noktada tarih boyunca İsrail’in yayılmacı anlayışıyla Siyonist kavramlarının hangi alanlarda çakıştığını anlamak için resmin bütününü tarihi süreçle ve yaşanan değişkenliklerle birlikte görmek gerekir.

Siyon kelimesinden türemiş olan Siyonizm anlayışının temeli Yahudi Kutsal kitabına dayandırılmaktadır. Buna göre Siyon, Yahudilerin kutsal kitabında Kral Davut tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılmış olan Kudüs için kullanılan bir isim olup, bu kelimenin kolonyal bir politika doğrultusunda bütün İsrail topraklarını kapsayacak hale gelmesi için 19. yüzyıl sonrasıdır. Bu bağlamda teolojik (dini) temelli bir İsrail devletinin kurulması dini metinler doğrultusunda mümkün olmadığında, teopolotik yaklaşımlarla meselenin alt yapısı oluşturulmuş ve atölye çalışmaları da bunun üzerinden yapılmıştır.

Yahudi Kutsal Kitabı Mezmurlarda, “Çevredeki kavaklara lirlerimizi astık. Çünkü orada bizi tutsak edenler bizden ezgiler, bize zulmedenler bizden şenlik istiyor, ‘Siyon ezgilerinden birini okuyun bize!’ diyorlardı. Nasıl okuyabiliriz Rabbin ezgisini El toprağında? Ey Yeruşalim (Kudüs), seni unutursam, Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalim’i en büyük sevincimden üstün tutmazsam, Dilim damağıma yapışsın!” ibareleri geçmektedir. M.S. 70 yılında Kudüs ve onun içerisindeki Süleyman Mabedi Romalılar tarafından yıkıldığında Yahudiler yukarıdaki dini metinleri daha sıklıkla zikretmişler ve dualarının sonunda hep ‘Kudüs’te buluşmak üzere’ diye temennide bulunmuşlardır. Ancak Yahudiler için bu dua Kudüs’e dair bir temenniyi anlatmasına rağmen bugünkü anlamda Yahudi yayılmacılığını ifade eden Siyonizm kavramı ile eşdeğer değildir. Çünkü bunun için belli başlı süreçlerin tamamlanmış olması lazımdır ki, öncelikle İsrail’in kuruluşunun Tanrı’nın emriyle ve Mesih aracılığıyla olması gerekir. Nitekim: Yahudi kutsal kitabının (Yeremya, 27/22) kısmında şu ibareler geçmektedir: “Rab diyor ki onlar, Babil’e sürgün edileceklerdir ve orada, onlar hatırlayacağım kadar kalacaklardır. O zaman onları alacak ve yeniden buraya getireceğim.” Dolayısıyla Yeremya kısmında geçen buyrukların zıttına olarak, 1948 yılının mayıs ayında İsrail devleti BM tarafından tanındığında bir kesim bunu “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” olarak algılamıştır.

Diğer yandan tarih boyunca Mesih’in gelmesi konusunda da Yahudiler arasında fikir birliği olmamıştır. Onlardan bazıları, “çoğunluğu Yahudi olan bir şehirde sürgünde oturmaktansa, çoğunluğu putperest olan İsrail’de oturmak daha iyidir.” derken, diğerleri de “Babil’i terk eden kimsenin müsbet bir emri ihlal ettiğini” belirtmiştir.

1800’lü yıllarda Ortodoks Yahudiliğe karşı refleks olarak gelişmiş olan Reformist Yahudilerin Kudüs ve Mesih konusundaki yaklaşımlarına bakıldığında bu konuları çok da önemsemedikleri dikkat çeker. Onlar için bulundukları ülkelere entegrasyon ve iyi bir Avrupalı olmak daha ön plandadır, hatta bazılarında yaşadıkları ülkenin Kudüs gibi görülebileceği kanaati dahi vardır.

Ortodoks Yahudilerin ancak Mesih’in gelmesi ve onun aracılığıyla bir devlet ve mabede sahip olunacağı inancı ve reformistlerin bulundukları ülkelere entegrasyonun ön plana çıktığı böyle bir atmosferde kolonyal anlamda bir Siyonizm’in ve Filistin topraklarına toplu Yahudi göçlerinin hangi saiklerden kaynaklandığı sorulabilir. Buna verilecek en kısa cevap 19. yüzyıl Avrupa’sındaki Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, diğer yandan onlardan siyasi, ekonomik ve dini beklentilerdir. Dolayısıyla Günümüzdeki İsrail probleminin kökeni, 19. yüzyıldaki Avrupa sorunundan kaynaklanmaktadır. Son İran-İsrail Savaşı’nda Netanyahu’nun söylemi de bunu teyit etmekte olup o, Avrupalı ülkelere “Ben sizin değerleriniz için savaşıyorum.” demekten kendini alamamıştır. Medyada bu söz üzerinde çok fazla durulmasa da aslında iki asırdır devam eden Yahudi sorununun birkaç kelimeyle itirafıdır.

Yahudiler içerisinde apokaliptik (dünyanın sonu) yaklaşıma sahip dini gruplar olmasına rağmen bunlar lokal düzeyde kalmıştır. Ancak sistemli, etkin ve uluslararası platformda dini etki yapacak düzeyde apokaliptik yaklaşımların daha çok kıta Hristiyan Batılılar tarafından 19. yüzyılda Yahudilere ihraç edilmeye çalışıldığı görülür. Burada da başat rolde püritenler vardır. Dolayısıyla ilgili yüzyıldaki hadiseleri derinlemesine ele almak bugünkü İsrail yayılmacılığının temellerinin nasıl atıldığını anlamaya da yardımcı olacaktır. Öncelikle 19. yüzyılın başlarına Avrupa coğrafyasına bakıldığında bir Yahudi aydınlanmasından ve Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu milliyetçilik anlayışı dolayısıyla Yahudi entellektüellerinde ulus devlet anlayışına dair kıpırdanmaların olduğu görülür. Ancak bunlar kitlesel, bütüncül ve sistematik bir devlet kurma yönünde çalışmalar değildir. Aynı yüzyılın başlarında İngiltere başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde dünyevi asketik bir anlayışı savunan püriten yaklaşımların geliştiği ve Hristiyan Siyonizm’inin propagandasının yapıldığı görülür. Bu propagandanın araçsallaştırdığı kesim ise Yahudilerdir. Hatta İngiliz Prusya ortaklığında Kudüs’te bir piskoposluk kurulduğunda (1841) ve oradaki Yahudiler Hristiyanlaştırılmaya çalışıldığında bölgedeki Osmanlı Yahudileri buna büyük tepki vermiştir. Dolayısıyla Yahudi Siyonizm’inden çok önce Püriten anlayışı temel alan Hristiyan Siyonizmi, uluslararası alanda faaliyetlerini bir plan dahilinde oluşturmuştur. Çok geniş bir kavram olan Hristiyan Siyonizm’ini birkaç cümleyle özetleyecek olursak, diğer pek çok Hristiyan anlayışın zıttına İncil’deki pasajları literal anlamda okuyan, dünyanın sonu teorilerini ön plana çıkaran ve İsa Mesih’in tekrar yeryüzüne gelmesi için Yahudilerin Filistin topraklarına hâkim olması gerektiğini savunan bir anlayıştır. Yahudiler Hristiyan Siyonistlerin bu söylemlerini çok ciddiye almayıp kendileri ile ilgili takiye yaptıklarını düşünürken 19. yüzyılın sonunda Avrupa merkezli olarak yaşanan olaylar Yahudi Siyonizm’inin gelişmesini sağlamıştır. Yahudileri böyle bir tavra sevk eden ana etkenler; Avrupa’da Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, Rusya’daki Yahudilerin Çar II. Aleksandır’ın suikastından sorumlu tutulmalarından kaynaklanan zorunlu göçler (pogrom) ve Dreyfus hadisesidir. Diğer yandan Avrupa’nın pek çok ülkesinde yaşayan Yahudilerin de milliyetçilik anlayışından etkilenmeleri bir ulus devlet kurma güdüsünü arttırmıştır. Dolayısıyla İsrail’in kuruluşunun atölye çalışmasını yapan ve temellerini atanlar daha çok seküler kişiler olup, ancak ilerleyen süreçlerde onlar Yahudi göçüne (aliyah) dair motivasyonları artırmak için dini söylemlere başvurmaktan kendilerini alamamışlardır.

Siyasi anlamda Siyonizm’i planlı bir şekilde uluslararası platforma taşıyan ve bir ideoloji olarak kurumsallaştıran Theodor Herzl dahil Yahudilerin çoğu seküler, milliyetçi ve hatta Batı’daki işçi hareketlerinden etkilenen kişilerdir. İsrail’in ilk başbakanı olan David Ben Gurion da işçi ve komünist bir gelenekten gelen siyasi Siyonizmi savunan bir kişidir. O, dini bakış açısını tamamıyla yansıtmadığı halde dindar Yahudileri Filistin topraklarına getirmek için pek çok dini kavramı kullanmıştır. Ancak Ben Gurion ve haleflerinin söylemlerindeki dini kavramlar daha çok dinle içi içe geçmiş bir Yahudi tarih ve kültürünü içermektedir. Hatta o dönemde onlar, Filistin ve İsrail olmak üzere iki devletli çözüme çok da uzak değillerdir. Ancak 1967 Arap İsrail Savaşından sonra sürecin farklı bir safhaya ilerlediği gözükmektedir. Bu savaş sonrası Kudüs’te bir mabedin yapılmasının Tanrı’nın emriyle Mesih’in aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini düşünerek İsrail’in varlığına kuşkuyla bakan pek çok dindar kesim İsrail’i bir Yahudi devleti olarak kanıksamış ve buralar bize Tanrı tarafından verildi diyerek dini söylemlerdeki tonu diğerlerini dışlayıcı bir şekilde kullanmışlardır. Hatta teopolitik yaklaşımlar direkt teolojik vaaza dönüşmeye başlamıştır. İçteki etkinin yanı sıra uluslararası gelişmeler de buna önemli katalizör etkisi yapmıştır. İsrail’de de ultra milliyetçi, aşırı sağ iktidar ve koalisyonların kurulması ve 1980 sonrası Amerika’da evanjelik Hristiyanların lobilerinin artması, sağ iktidarların İsrail’e koşulsuz destek vermeleri kolonyal anlamdaki dini söylemlerin daha da artmasını sağlamıştır. Dolayısıyla yüzyıl öncesinde İsrail’in kuruluşu için atılan adımlarda ulus anlayışı ve ortak vatan ülküsü temel alınıp din burada araçsallaştırılan bir mekanizma olarak kullanılırken, günümüzde ise dini söylemler merkeze konularak coğrafi, askeri ve siyasi gibi pek çok etkenler çeperde yer almaktadır. Hatta bazen teopolitik yaklaşımının da ötesine geçerek kutsal kitaptan yaptığı alıntılarla Yahudilere vaaz veren ve teolojik alana müdahale eden devlet başkanı profili karşımıza çıkmaktadır. Gazze Savaşı’nda Netenyahu’nun Yahudi kutsal kitabına yaptığı atıflar bunu teyit etmektedir. Netanyahu Yahudi kutsal kitabında geçen “Şimdi git, Amalek'e saldır! Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme! Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür!” (Tanah, 1. Samuel 15:3) pasajları sıklıkla vurgulayarak Gazzeli Müslümanlara nasıl davranılması gerektiğini dini metinlerle desteklemeye çalışmıştır.

Tüm bu söylemlerin yanında, burada şunun altını kalın çizgiyle çizmemiz gerekir ki dünyadaki siyasi gelişmelerin ve konjonktürün bir asırdır Yahudilerin lehine sonuçlanması İsrail’in hukuk tanımaz işgalci politikalarını hızlandırmıştır. Siyonist Yahudiler günümüzde tepoolitik söylemlerini de iki temel üzerine bina etmekte ve bunun üzerinden propaganda yapmaktadırlar. Bunlar; asırlardır kendilerine yapılan antisemitik tutumlar, diğeri de seçilmişlik anlayışıdır. Ancak 7 Ekim sonrasında Batı kamuoyunda İsrail’e karşı olan destekte büyük azalma gözükmektedir. Bu durum İsrail’e koşulsuz destek veren Trump’ın söylemlerine de yansımıştır. O, Eylül 2025’teki açıklamasında, kongrede İsrail'e verilen desteğin son 20 yılda önemli ölçüde azaldığını belirtmiş ve bu durumu beklemediğini ifade eden Trump, bu etkinin zayıfladığını görmenin kendisini şaşırttığını söylemiştir. Tel Aviv yönetiminin Gazze'ye yönelik saldırılarını "bir an önce bitirmesi gerektiğine" işaret eden Trump, mevcut durumun İsrail'e "zarar verdiğinin" altını önemle çizmiştir. Yakın zamanda Trump’ı böyle bir söyleme sevk eden etken Avrupa devletlerinin pek çoğunun iki devletli çözümü desteklediklerini ve Filistin’i tanıyacaklarını belirtmeleridir. Çünkü İsrail Gazze’deki soykırımını sürdürmenin yanında Batı Şeria’daki hukuksuz yerleşimlerini genişleterek on binlerce Filistinliyi yerinden etmiş ve onların geçim kaynakları olan ürünlerini hasat etmelerine bile izin vermemiştir. Benzer mağduriyetleri Müslümanların yanı sıra bölgedeki Hristiyanlar da yaşamakta olup, Avrupa devletleri de uzun zamandır bir taraftan İsrail’i tamamen karşılarına almama diğer yandan ise Hristiyanları koruma refleksinin ikilemini uzun zamandır yaşamaktadır. Son zamanlarda iki devletli çözüm bir anlamda bölgedeki Hristiyanların geleceğini de garantiye alma amacına yöneliktir. İsrail ise Batı Şeria’daki işgali, ilhaka çevirerek işi oldu bittiye getirip Avrupa devletlerinin tutumunda değişikliğe gitmek istemektedir. İsrail’in kuruluşundan beri yayılmacı politikasına bakıldığında şu basamakları adım adım takip ettiği ve belli bir stratejik plan dahilinde hareket ettiği gözükmektedir;

·      Hukuksuz işgal ve yerleşimler,

·      Filistin ulusal önderliğini güçlendirecek bir Müslüman-Hristiyan koalisyon olasılığını oradan kaldıracak taktik ve stratejik hedef geliştirme,

·      Kudüs’teki İsrail politikalarına karşı birleşik bir Hristiyan cephesi oluşumuna, karşı caydırıcı politikalar izlemek,

·      Mümkün olduğunca kiliseye ait arazileri satın almak veya kiralamak,

·      Müslümanların dini mabetlerine saldırmak ve onları ele geçirmeye çalışmak,

·      Müslümanların kendi arasındaki ayrılıklarını tetiklemektir.

Sonuç olarak, bugünkü İsrail sorunu iki asır öncesinin Avrupa Yahudileri sorunudur. Siyonizmi araçsallaştıran ve uluslararası alanda sistematik bir şekilde ilk defa atölye çalışmasını yapanlar Protestan Püritenlerdir. O zaman günümüzün Siyonist Yahudi sorunu teopolitik yaklaşımlardan da arındırılıp reelpolitik açıdan nasıl çözülür? Sorunun tarafı olanların sorunu gerçekten çözmek istedikleri zaman çözülür. Yani, Batılıların -özellikle ABD’nin- ileri karakolları olarak gördükleri İsrail’in kendilerine bir fayda getirmeyeceklerine kesin olarak inandıkları ve Müslüman ülkelerin de birlik içerisinde, amaç ve hedefleri belli bir stratejik plan dahilinde, hareket ettikleri zaman…


Görüş Yazısı

Teopolitik, günümüzde sıklıkla işittiğimiz bir kavramdır. Bu kavramla dinin sadece birey ve toplum üzerinde değil, ulusal veya uluslararası alandaki politik, askeri ve coğrafi etkenler başta olmak üzere pek çok alandaki etkisi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Filistin topraklarında başlayan Siyonist yayılmacılığı, din ile birlikte diğer tüm parçalar bir araya getirildiğinde tam olarak anlaşılabilecektir. Konuyu Filistin ve Kudüs özeline getirdiğimizde dini yaklaşımların ve söylemlerin teopolitik hedefler doğrultusunda nasıl harmanlandığını daha yakından görebiliriz. 2017 yılının aralık ayında BM’deki oylamada kahir ekseriyetteki ülkeler Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu kabul etmediği halde, ABD Başkanı Trump bu konudaki ısrarlı tavrını sürdürmüş ve elçiliğini Kudüs’e taşıttırmıştır. Trump verdiği destekle İsrail’deki kuruluşlar tarafından Yahudileri Babil esaretinden kurtaran Koreş’e (Cyrus) benzetilmiş ve adına sembolik para basılmıştır. Diğer yandan Kudüs’le ilgili BM’de yapılan oylamada İsrail’e destek veren ABD’nin BM Temsilcisi Nikki Haley ise tarihte Pagan anlayışı savunan Selevkoslara karşı mücadele eden Yahudi Makabilere benzetilmiştir. Görüldüğü üzere günümüz dünya siyasetindeki etkin figürler, Yahudi tarihindeki önemli kişilerle özdeşleştirilerek teopolitik bir yaklaşım sergilenmekte ve böylece İsrail’in yayılmacılığına meşruiyet sağlanmaya çalışılmaktadır.

Cumhuriyetçi bir ekolden gelmesi ve aşırı sağ söylemleri nedeniyle Trump’ın kendisini İsrail’in yayılmacı ve işgalci politikasına yakın konumlandırması çok da şaşırtıcı gelmemektedir. Ancak İsrail’in tek yanlı politikalarını dengelemeye çalışıyor gibi gözüken! ve Demokrat Parti ekolünden gelen bir önceki Başkan Joe Biden’ın da İsrail’in Gazze saldırıları sonrasında, “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yoktur.” söylemi de ayrı bir teopolitik yaklaşımdır. Başkan Biden, kullandığı Siyonist kavramıyla bir anlamda İsrail’in işgal ve soykırımlarına destek vermiştir. Bu noktada tarih boyunca İsrail’in yayılmacı anlayışıyla Siyonist kavramlarının hangi alanlarda çakıştığını anlamak için resmin bütününü tarihi süreçle ve yaşanan değişkenliklerle birlikte görmek gerekir.

Siyon kelimesinden türemiş olan Siyonizm anlayışının temeli Yahudi Kutsal kitabına dayandırılmaktadır. Buna göre Siyon, Yahudilerin kutsal kitabında Kral Davut tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılmış olan Kudüs için kullanılan bir isim olup, bu kelimenin kolonyal bir politika doğrultusunda bütün İsrail topraklarını kapsayacak hale gelmesi için 19. yüzyıl sonrasıdır. Bu bağlamda teolojik (dini) temelli bir İsrail devletinin kurulması dini metinler doğrultusunda mümkün olmadığında, teopolotik yaklaşımlarla meselenin alt yapısı oluşturulmuş ve atölye çalışmaları da bunun üzerinden yapılmıştır.

Yahudi Kutsal Kitabı Mezmurlarda, “Çevredeki kavaklara lirlerimizi astık. Çünkü orada bizi tutsak edenler bizden ezgiler, bize zulmedenler bizden şenlik istiyor, ‘Siyon ezgilerinden birini okuyun bize!’ diyorlardı. Nasıl okuyabiliriz Rabbin ezgisini El toprağında? Ey Yeruşalim (Kudüs), seni unutursam, Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalim’i en büyük sevincimden üstün tutmazsam, Dilim damağıma yapışsın!” ibareleri geçmektedir. M.S. 70 yılında Kudüs ve onun içerisindeki Süleyman Mabedi Romalılar tarafından yıkıldığında Yahudiler yukarıdaki dini metinleri daha sıklıkla zikretmişler ve dualarının sonunda hep ‘Kudüs’te buluşmak üzere’ diye temennide bulunmuşlardır. Ancak Yahudiler için bu dua Kudüs’e dair bir temenniyi anlatmasına rağmen bugünkü anlamda Yahudi yayılmacılığını ifade eden Siyonizm kavramı ile eşdeğer değildir. Çünkü bunun için belli başlı süreçlerin tamamlanmış olması lazımdır ki, öncelikle İsrail’in kuruluşunun Tanrı’nın emriyle ve Mesih aracılığıyla olması gerekir. Nitekim: Yahudi kutsal kitabının (Yeremya, 27/22) kısmında şu ibareler geçmektedir: “Rab diyor ki onlar, Babil’e sürgün edileceklerdir ve orada, onlar hatırlayacağım kadar kalacaklardır. O zaman onları alacak ve yeniden buraya getireceğim.” Dolayısıyla Yeremya kısmında geçen buyrukların zıttına olarak, 1948 yılının mayıs ayında İsrail devleti BM tarafından tanındığında bir kesim bunu “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” olarak algılamıştır.

Diğer yandan tarih boyunca Mesih’in gelmesi konusunda da Yahudiler arasında fikir birliği olmamıştır. Onlardan bazıları, “çoğunluğu Yahudi olan bir şehirde sürgünde oturmaktansa, çoğunluğu putperest olan İsrail’de oturmak daha iyidir.” derken, diğerleri de “Babil’i terk eden kimsenin müsbet bir emri ihlal ettiğini” belirtmiştir.

1800’lü yıllarda Ortodoks Yahudiliğe karşı refleks olarak gelişmiş olan Reformist Yahudilerin Kudüs ve Mesih konusundaki yaklaşımlarına bakıldığında bu konuları çok da önemsemedikleri dikkat çeker. Onlar için bulundukları ülkelere entegrasyon ve iyi bir Avrupalı olmak daha ön plandadır, hatta bazılarında yaşadıkları ülkenin Kudüs gibi görülebileceği kanaati dahi vardır.

Ortodoks Yahudilerin ancak Mesih’in gelmesi ve onun aracılığıyla bir devlet ve mabede sahip olunacağı inancı ve reformistlerin bulundukları ülkelere entegrasyonun ön plana çıktığı böyle bir atmosferde kolonyal anlamda bir Siyonizm’in ve Filistin topraklarına toplu Yahudi göçlerinin hangi saiklerden kaynaklandığı sorulabilir. Buna verilecek en kısa cevap 19. yüzyıl Avrupa’sındaki Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, diğer yandan onlardan siyasi, ekonomik ve dini beklentilerdir. Dolayısıyla Günümüzdeki İsrail probleminin kökeni, 19. yüzyıldaki Avrupa sorunundan kaynaklanmaktadır. Son İran-İsrail Savaşı’nda Netanyahu’nun söylemi de bunu teyit etmekte olup o, Avrupalı ülkelere “Ben sizin değerleriniz için savaşıyorum.” demekten kendini alamamıştır. Medyada bu söz üzerinde çok fazla durulmasa da aslında iki asırdır devam eden Yahudi sorununun birkaç kelimeyle itirafıdır.

Yahudiler içerisinde apokaliptik (dünyanın sonu) yaklaşıma sahip dini gruplar olmasına rağmen bunlar lokal düzeyde kalmıştır. Ancak sistemli, etkin ve uluslararası platformda dini etki yapacak düzeyde apokaliptik yaklaşımların daha çok kıta Hristiyan Batılılar tarafından 19. yüzyılda Yahudilere ihraç edilmeye çalışıldığı görülür. Burada da başat rolde püritenler vardır. Dolayısıyla ilgili yüzyıldaki hadiseleri derinlemesine ele almak bugünkü İsrail yayılmacılığının temellerinin nasıl atıldığını anlamaya da yardımcı olacaktır. Öncelikle 19. yüzyılın başlarına Avrupa coğrafyasına bakıldığında bir Yahudi aydınlanmasından ve Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu milliyetçilik anlayışı dolayısıyla Yahudi entellektüellerinde ulus devlet anlayışına dair kıpırdanmaların olduğu görülür. Ancak bunlar kitlesel, bütüncül ve sistematik bir devlet kurma yönünde çalışmalar değildir. Aynı yüzyılın başlarında İngiltere başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde dünyevi asketik bir anlayışı savunan püriten yaklaşımların geliştiği ve Hristiyan Siyonizm’inin propagandasının yapıldığı görülür. Bu propagandanın araçsallaştırdığı kesim ise Yahudilerdir. Hatta İngiliz Prusya ortaklığında Kudüs’te bir piskoposluk kurulduğunda (1841) ve oradaki Yahudiler Hristiyanlaştırılmaya çalışıldığında bölgedeki Osmanlı Yahudileri buna büyük tepki vermiştir. Dolayısıyla Yahudi Siyonizm’inden çok önce Püriten anlayışı temel alan Hristiyan Siyonizmi, uluslararası alanda faaliyetlerini bir plan dahilinde oluşturmuştur. Çok geniş bir kavram olan Hristiyan Siyonizm’ini birkaç cümleyle özetleyecek olursak, diğer pek çok Hristiyan anlayışın zıttına İncil’deki pasajları literal anlamda okuyan, dünyanın sonu teorilerini ön plana çıkaran ve İsa Mesih’in tekrar yeryüzüne gelmesi için Yahudilerin Filistin topraklarına hâkim olması gerektiğini savunan bir anlayıştır. Yahudiler Hristiyan Siyonistlerin bu söylemlerini çok ciddiye almayıp kendileri ile ilgili takiye yaptıklarını düşünürken 19. yüzyılın sonunda Avrupa merkezli olarak yaşanan olaylar Yahudi Siyonizm’inin gelişmesini sağlamıştır. Yahudileri böyle bir tavra sevk eden ana etkenler; Avrupa’da Yahudilere karşı antisemitik tutumlar, Rusya’daki Yahudilerin Çar II. Aleksandır’ın suikastından sorumlu tutulmalarından kaynaklanan zorunlu göçler (pogrom) ve Dreyfus hadisesidir. Diğer yandan Avrupa’nın pek çok ülkesinde yaşayan Yahudilerin de milliyetçilik anlayışından etkilenmeleri bir ulus devlet kurma güdüsünü arttırmıştır. Dolayısıyla İsrail’in kuruluşunun atölye çalışmasını yapan ve temellerini atanlar daha çok seküler kişiler olup, ancak ilerleyen süreçlerde onlar Yahudi göçüne (aliyah) dair motivasyonları artırmak için dini söylemlere başvurmaktan kendilerini alamamışlardır.

Siyasi anlamda Siyonizm’i planlı bir şekilde uluslararası platforma taşıyan ve bir ideoloji olarak kurumsallaştıran Theodor Herzl dahil Yahudilerin çoğu seküler, milliyetçi ve hatta Batı’daki işçi hareketlerinden etkilenen kişilerdir. İsrail’in ilk başbakanı olan David Ben Gurion da işçi ve komünist bir gelenekten gelen siyasi Siyonizmi savunan bir kişidir. O, dini bakış açısını tamamıyla yansıtmadığı halde dindar Yahudileri Filistin topraklarına getirmek için pek çok dini kavramı kullanmıştır. Ancak Ben Gurion ve haleflerinin söylemlerindeki dini kavramlar daha çok dinle içi içe geçmiş bir Yahudi tarih ve kültürünü içermektedir. Hatta o dönemde onlar, Filistin ve İsrail olmak üzere iki devletli çözüme çok da uzak değillerdir. Ancak 1967 Arap İsrail Savaşından sonra sürecin farklı bir safhaya ilerlediği gözükmektedir. Bu savaş sonrası Kudüs’te bir mabedin yapılmasının Tanrı’nın emriyle Mesih’in aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini düşünerek İsrail’in varlığına kuşkuyla bakan pek çok dindar kesim İsrail’i bir Yahudi devleti olarak kanıksamış ve buralar bize Tanrı tarafından verildi diyerek dini söylemlerdeki tonu diğerlerini dışlayıcı bir şekilde kullanmışlardır. Hatta teopolitik yaklaşımlar direkt teolojik vaaza dönüşmeye başlamıştır. İçteki etkinin yanı sıra uluslararası gelişmeler de buna önemli katalizör etkisi yapmıştır. İsrail’de de ultra milliyetçi, aşırı sağ iktidar ve koalisyonların kurulması ve 1980 sonrası Amerika’da evanjelik Hristiyanların lobilerinin artması, sağ iktidarların İsrail’e koşulsuz destek vermeleri kolonyal anlamdaki dini söylemlerin daha da artmasını sağlamıştır. Dolayısıyla yüzyıl öncesinde İsrail’in kuruluşu için atılan adımlarda ulus anlayışı ve ortak vatan ülküsü temel alınıp din burada araçsallaştırılan bir mekanizma olarak kullanılırken, günümüzde ise dini söylemler merkeze konularak coğrafi, askeri ve siyasi gibi pek çok etkenler çeperde yer almaktadır. Hatta bazen teopolitik yaklaşımının da ötesine geçerek kutsal kitaptan yaptığı alıntılarla Yahudilere vaaz veren ve teolojik alana müdahale eden devlet başkanı profili karşımıza çıkmaktadır. Gazze Savaşı’nda Netenyahu’nun Yahudi kutsal kitabına yaptığı atıflar bunu teyit etmektedir. Netanyahu Yahudi kutsal kitabında geçen “Şimdi git, Amalek'e saldır! Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme! Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür!” (Tanah, 1. Samuel 15:3) pasajları sıklıkla vurgulayarak Gazzeli Müslümanlara nasıl davranılması gerektiğini dini metinlerle desteklemeye çalışmıştır.

Tüm bu söylemlerin yanında, burada şunun altını kalın çizgiyle çizmemiz gerekir ki dünyadaki siyasi gelişmelerin ve konjonktürün bir asırdır Yahudilerin lehine sonuçlanması İsrail’in hukuk tanımaz işgalci politikalarını hızlandırmıştır. Siyonist Yahudiler günümüzde tepoolitik söylemlerini de iki temel üzerine bina etmekte ve bunun üzerinden propaganda yapmaktadırlar. Bunlar; asırlardır kendilerine yapılan antisemitik tutumlar, diğeri de seçilmişlik anlayışıdır. Ancak 7 Ekim sonrasında Batı kamuoyunda İsrail’e karşı olan destekte büyük azalma gözükmektedir. Bu durum İsrail’e koşulsuz destek veren Trump’ın söylemlerine de yansımıştır. O, Eylül 2025’teki açıklamasında, kongrede İsrail'e verilen desteğin son 20 yılda önemli ölçüde azaldığını belirtmiş ve bu durumu beklemediğini ifade eden Trump, bu etkinin zayıfladığını görmenin kendisini şaşırttığını söylemiştir. Tel Aviv yönetiminin Gazze'ye yönelik saldırılarını "bir an önce bitirmesi gerektiğine" işaret eden Trump, mevcut durumun İsrail'e "zarar verdiğinin" altını önemle çizmiştir. Yakın zamanda Trump’ı böyle bir söyleme sevk eden etken Avrupa devletlerinin pek çoğunun iki devletli çözümü desteklediklerini ve Filistin’i tanıyacaklarını belirtmeleridir. Çünkü İsrail Gazze’deki soykırımını sürdürmenin yanında Batı Şeria’daki hukuksuz yerleşimlerini genişleterek on binlerce Filistinliyi yerinden etmiş ve onların geçim kaynakları olan ürünlerini hasat etmelerine bile izin vermemiştir. Benzer mağduriyetleri Müslümanların yanı sıra bölgedeki Hristiyanlar da yaşamakta olup, Avrupa devletleri de uzun zamandır bir taraftan İsrail’i tamamen karşılarına almama diğer yandan ise Hristiyanları koruma refleksinin ikilemini uzun zamandır yaşamaktadır. Son zamanlarda iki devletli çözüm bir anlamda bölgedeki Hristiyanların geleceğini de garantiye alma amacına yöneliktir. İsrail ise Batı Şeria’daki işgali, ilhaka çevirerek işi oldu bittiye getirip Avrupa devletlerinin tutumunda değişikliğe gitmek istemektedir. İsrail’in kuruluşundan beri yayılmacı politikasına bakıldığında şu basamakları adım adım takip ettiği ve belli bir stratejik plan dahilinde hareket ettiği gözükmektedir;

·      Hukuksuz işgal ve yerleşimler,

·      Filistin ulusal önderliğini güçlendirecek bir Müslüman-Hristiyan koalisyon olasılığını oradan kaldıracak taktik ve stratejik hedef geliştirme,

·      Kudüs’teki İsrail politikalarına karşı birleşik bir Hristiyan cephesi oluşumuna, karşı caydırıcı politikalar izlemek,

·      Mümkün olduğunca kiliseye ait arazileri satın almak veya kiralamak,

·      Müslümanların dini mabetlerine saldırmak ve onları ele geçirmeye çalışmak,

·      Müslümanların kendi arasındaki ayrılıklarını tetiklemektir.

Sonuç olarak, bugünkü İsrail sorunu iki asır öncesinin Avrupa Yahudileri sorunudur. Siyonizmi araçsallaştıran ve uluslararası alanda sistematik bir şekilde ilk defa atölye çalışmasını yapanlar Protestan Püritenlerdir. O zaman günümüzün Siyonist Yahudi sorunu teopolitik yaklaşımlardan da arındırılıp reelpolitik açıdan nasıl çözülür? Sorunun tarafı olanların sorunu gerçekten çözmek istedikleri zaman çözülür. Yani, Batılıların -özellikle ABD’nin- ileri karakolları olarak gördükleri İsrail’in kendilerine bir fayda getirmeyeceklerine kesin olarak inandıkları ve Müslüman ülkelerin de birlik içerisinde, amaç ve hedefleri belli bir stratejik plan dahilinde, hareket ettikleri zaman…

Bu Sayfada:

title

title

title

İlginizi çekebilir

İlginizi çekebilir

İlginizi çekebilir

• Kudüs Çalışma Grubu • Kudüs Çalışma Grubu